Bugün de öyle midir bilemiyorum ama, bir zamanlar Anadolu dendi mi, mahallesi delisiz bir yöre düşünülmezdi. Anadolu kültüründe her kasabanın, her köyün, neredeyse her mahallenin muhakkak bir delisi vardı. Tıpkı bizim Malatya'nın 'Deli Gaffar'ı gibi. Eski tren yolu çevresine yayılmış, Çavuşoğlu ile Salköprü mahallelerinin ortak delisiydi o... Esnafın eğlencesi... Kadınların zararsız belalısı... Çocuklara gelince, şöyle söyleyeyim... İyinin dostu, kötünün de canavarıydı Gaffar... Taşlayanı taşlar, oynaşanla akranlaşırdı.
Bugün orta ve eski kuşak Malatyalılara, "Nasıl bilirdiniz Gaffar'ı?" diye sorduğunuzda, eminim hepsi de, aynı sevecen hasretle anımsar onu. En başta da Gaffar'ın o 'her bir şeyi ortada' halini tabi. "Esnafın eğlencesiydi" demiştim ya, boşa etmedim o lafı. Bakın o zamanın çarşı esnafı, sanki marifetmiş gibi, nasıl ballandıra ballandıra anlatır Gaffar'ı: "Garibanı alır önce bir güzel giydirirdik. Giyinince kendine süzüle süzüle bir bakardı ki, deme gitsin. Boşuna giydirmezdik ama... Asıl derdimiz ona giysilerini yırttırmaktı. 'Ulan Gaffar o geydiğin ölü malı' dememizle başlardı üstünü başını yırtmaya... Ortada anadan doğma kalırdı öyle... Biz giydirir salardık komşuya, onlar yırttırırdı, komşu giydirir salardı üstümüze, biz yırttırırdık. Böyle, eğleşirdik işte. Ama Deli Gaffar bu... Laf anlar mı, adı üstünde... Deli işte... Çırılçıplak kaldı mı, kalmazdı öyle yerinde... Bu kez gider mahallede kıza, kadına gözükürdü. Kadınlar da taşlar, kovalarlardı, de kına denksiz1 diye."
"Şimdi bu Deli Gaffar hikâyesi de nereden çıktı"? diye soracaksınız. Agos iki yaşını tamamladı ya, ne bileyim Deli Gaffar'ı anımsadım işte. Kimilerine göre Agos da bu cemaatin delisi değil mi yani? Doğrusu biz de zaten 'mahallenin delisi' sıfatını gönülden kabullenmişiz. Bunun gereklerini de elimizden geldiğince yerine getirmeye çalışıyoruz, iki yıl boyunca 'akıllı deli'yi oynamaya çalışmadık mı? İyi kötü bir şeyler başarmadık mı?
Biliyorum şimdi yine soracaksınız, "Peki ama Deli Gaffar'ın üstünü başını yırtıp delirmesiyle Agos'un bağlantısı ne?" diye. Agos, 'hareketsiz bir cemaatin hareketli gazetesi olma' çabasını ne kadar başarabiliyor? Doğrusu biz kendi adımıza memnunuz. Ancak, bizzat bizi bu günlere getiren cemaatin kendisi, hareketsiz ve bir ölçüde de ölü ise, çeşitli konulardaki sorgulamalarımızı, "Aman ha, karıştırmayın, elleşmeyin!" diye geçiştiriyorsa, kendi üzerindeki ölü giysisini bize de giydirmeye yelteniyorsa, Gaffarlaşmazsınız da ne yaparsınız?
Bizler cemaat sistemimizi, eğitim yaşantısından, kurumlarımızın diğer tüm alanlarının mekanik ve dinamik yapılarına kadar, sorgulamaya ve düzeltilmesi için katkıda bulunmaya çalıştıkça, önümüze çekilen seti, bize sunulan ölü elbisesi olarak nitelendiriyoruz. Kimse giydirmeye teşebbüs etmesin... Yırtar parçalarız... Masum çıplaklığımızı da sonuna kadar koruruz.
Agos'u bugünlere getiren, bizi baştan aşağı yaratan cemaatin, bu vurdumduymazlığı karşısında, çıldırmamak mümkün değil. Deliliğe ama akıllı deliliğe razıyız ve bunu da seve seve yapıyoruz zaten. Yeter ki bizi Gaffarlaştırmasınlar.
Gel çocuğum bir test sorusuyla başlayalım 'göç dersimize':
Kalktı göç eyledi Avşar İlleri
Ağır ağır giden eller bizimdir...
Yukarıdaki mısralar yer ve zaman açısından aşağıdakilerden hangisine aittir.
a) Bilinmeyen bir ülkede bilinmeyen bir zamana
b) Bilinen bir ülkede belli bir zamana
c) Hiçbir yerde hiçbir zamana
d) Çok bildik bir üikede tüm zamanlara
'D' demiyim değil mi hocam..!
"Çakarım çocuğum."
Hocam Allah'ını seversen bana böyle garip garip test soruları yerine adam gibi sorular sor..?
"Ararat sana ne anımsatıyor çocuğum?"
"Ararat, Ağrı Dağı'nın tarihi adıdır. Tufandan kaçan Nuh'un gemisinin konduğu zirve olarak bilinir. Hâlâ oralarda aranır gemi. Oysa 'Ararat' hurdası henüz oturdu karaya İtalya açıklarında. Nasıl anlattım ama hocam?"
"Çuvâlladın çocuğum"
"Kuşların göçü ile insanların 'göçü arasında nasıl bir ilişki var çocuğum'?"
"Biri uçar, biri kaçar hocam. Uçan her seferinde geri döner, kaçansa tut ki yakalayasın. Kuşun uçuşu özgürlüğündendir, kaçanın tutsaklığından. Cevaplarım nasıl ama hocam...?"
"Uçtun çocuğum."
"Yapma be hocam peki ben nasıl geçicem bu dersten?"
"İşte sana iki ev ödevi. Ararat gemisinden indirilen göçmenler, öyle çoluk çocuk, neyin zafer işaretini yapıyorlardı biiiir... Tarihte uygarlığın, kültürün ve bereketin merkezi sayılan Dicle-Fırat arası nasıl oldu da böyle insanlara dar oldu ikiiii. Son olarak da bir 'bakalorya' sorusu yavrum sana: Bundan 30 yıl önce 'İstanbul'a Boğaz Köprüsü yapalım' diyenler ile 'Hayır önce Doğu'da Zap Suyu'na köprü yapalım' diyenler arasında kim haklıydı?"
"Bak çocuğum... aklını başına al, elini vicdanına koy ve ona göre cevapla, yoksa sittin sene işte böyle sınıfta çakarsın... Benden söylemesi."
Kitab-ı Mukaddes insanın tanrısal kattan düşüşünü ve insanlaşma sürecini, yasaklanana dokunması ile başlatır. Dokunulması yasaklanan ağaçtan Havva’nın meyveyi koparıp Adem’e yedirmesiyle o vakit gözleri açılır, iyiyi ve kötüyü bilerek, kendilerinin çıplak olduğunu fark ederler ve incir yaprakları ile önlükler yaparak artık gizlenirler. Allah’ın gazabı korkunçtur! Kadını acı ile doğurmakla, erkeği de ömür boyu çalışmayla cezalandırır.
Daha sonra çoğalarak kalabalıklaşan insanoğlunun evrim süreci, insanlar arası sosyal ve siyasal ilişkilerin süreciyle atbaşı koşturur. Bu sürecin asıl açıklamasını ise tarih içinde ortaya çıkan sayısız yasaklarla, insanın bu yasaklara karşı mücadelesinde ve başkaldırısında aramak gerekir. Bu süreci irdeleyenlerin önüne çıkan ve hiç değişmeyen en temel gerçek ise yine 'dokunulmaz' tabulardır. Yine hep bir şeylere dokunulamamış, yine hep birileri dokunulmaz kalmışlardır.
Gelin görün ki 21. yüzyılın başında Türkiye'mizde siyasetçilerin dokunulmazlığı sorunu hâlâ gündem işgal etmekte.
Temiz toplum isteme sürecine girmiş olan ülkemizde bu dokunulmazlık zırhı, devletin bizzat kendisinin temizlenmesi önünde büyük engel teşkil ediyor. Hep birlikte izliyoruz gelişmeleri, konu artık kişilerin dokunulmazlığından çıkmış, devletin dokunulmazlığını tartışılır hale getirmiştir. Ne yargı dokunabiliyor bu dokunulmazlara, ne de devletin bir başka gücü. Ama belli ki toplumun dokunulmazlara dokunma talebinin önünde artık durulamayacak. Bu hafta Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde milletvekillerimiz hiç de alışık olmadıkları bir sınavla karşı karşıyalar. “Bize de dokunulsun” diye çok önemli bir özveride(!) bulunacak, oylama yapacaklar. Dokunulmazlıkların kalkması gerçekleşir mi? Sayısal dengelerin sürekli kaydığı bir mecliste 'şıppadanak' gerçekleşebileceğini savunmak fazla iyimser bir beklenti. Ama şu gerçek var ki bugün olursa âlâ, olmazsa yarın, bir gün hem de çok yakın bir gün bu dokunulmazlıklar kaldırılacaktır. Kaldırılmalıdır.
Laf dokunulmazlıktan açılmışken konuyu birkaç satırla cemaat yaşantımıza aktarıp buradaki dokunulmazlıklara da biraz dokunmak gerekiyor. Cemaat yaşantımızda da bir kişiye, bir kuruma yapılan en ufak bir eleştiride aynı dokunulmaz tabuların işlediğini görmüyor muyuz? Sanıyorum cemaat içinde de artık dokunulmaz sayılan konuların üzerine gitmeli ve dokunulmamış hiçbir şeyi tabusal karanlığında bırakmamalıyız. Kendi adımıza, gücümüzün yettiğince bu tabulara dokunmaya çalışıyoruz. Bunun ne denli zor bir uğraş olduğunun bilincindeyiz. Biliyoruz ki eleştiri alışkanlığı olmayan bir topluma böyle bir geleneği yerleştirmek hayli zor, ama bu çabamızı sonuna kadar sürdüreceğiz.
Niçin dokunmaktan korkmamalıyız?
Etolog1 Desmond Morris, Sevmek Dokunmaktır adlı kitabında, gittikçe kalabalıklaşan dünyamızda nasıl birbirimize dokunamaz hale geldiğimizi ve bu 'dokunulmazlığın' tehlikelerini anlatır. Bazen sırta indirilen dostça bir şaplağın ne kadar insani bir davranış olduğunu ve değer kazandığını uzun uzadıya anlatan Morris, bunun aslında sevginin göstergesi olduğunu savunurken şöyle der: Dokunma en temel duyumuzdur - duyuların anası olarak adlandırılır. Ne yazık ki, üstelik fark etmeksizin, gittikçe daha az dokunur kişiler olmakta, gittikçe birbirimizden uzaklaşmaktayız.
Morris’in, dokunmayı ve dokunulmayı sevgiyle özdeşleştirmesine katılıyoruz. Ve eğer seviyorsanız... Ama gerçekten seviyorsanız 'dokunun', 'dokunulmaktan da kaçınmayın' diyoruz: Korkmayın dokunun! Demokratikleşirsiniz.
'Bir başına yaşama seçeneği'nin, 'bir arada yaşama zorunluluğu' tarafından ortadan kaldırılışının başlangıç sürecini, iki farklı öğreti iki farklı biçimde açıklar. Bilim, canlıların tek hücreliden çok hücreliye geçişiyle, din ise Tanrı'nın Adem babamıza Havva anamızı koşullamasıyla.
Bunlar birbirine tamamen zıt iki açıklamalar olsalar da bugünkü neticeleri açısından vazgeçilmez bir ortak yargıya sahipler. Her ikisinin de 20. yüzyılın sonunda insanların önüne getirip, dayattıkları olgu, nefes borularımızı zorlayan kirli hava kadar gerçek.
"Artık bir başınıza değilsiniz, başkaları da var ve başka çareniz yok. Ya birlikte yaşamayı öğreneceksiniz ya da birbirinizi tüketeceksiniz."
İnsanoğlu 21. yüzyılda tüm çabasını iki önemli yaşamsal olguya ayırdı bile. Kirlettiği hava ve çevre kadar, kirlettiği insan ilişkilerini de temizlemeye. Ülkemizde yaşanan kirli sancılar bu 'temizlik günü'nün gelip de geçmekte olduğunun işaretlerini uzun zamandır veriyor.
Temizlik gününü geçirmek ise çok tehlikeli. İnsan bir kirliliğe alışmaya görsün, insanın temizlik iştahı bir kaçmaya görsün... Eyvah ki eyvah... 'Temizlikçi kadın'ı bekleyen kokonalara dönmüşüz sanki. O gelmese kimsenin elini süreceği yok. Ama işin garibi bu işte öyle 'temizlikçi kadın' türünden ısmarlama birileri de yok. Becerebilirsek kendimiz becereceğiz... Başka seçeneğimiz yok. Temizliğin biçimini de, kullanacağımız deterjanları da hep biz yaratmak zorundayız.
Son zamanlarda bu manada yaratılan ve kimi çevrelerce 'muhakkak kullanmalıyız' diye reklamı yapılan bir deterjan adı sıkça anılır oldu. Sakız oldu dillerde. 'Hoşgörü' diyorlar buna. Başlangıçta kulağa hoş gelen bu marka giderek içi boşaltılmış, uyduruk bir köpüğe dönüştü ne yazık ki.
Yeni oluşan marka elbette hemen karşıtını ve sahtesini de beraberinde üretiyor. Hoşgörü'nün bolca kullanıldığı yerde 'horgörü' de hemen kendine yaşam hakkı bulabiliyor. Ve bir bakıyorsunuz hoşgörünün reklamını da en fazla bu horgörüyü kullananlar yapıyor.
Aslında bütün bu kavram kargaşalıklarına son verecek bir reçete hazır bekliyor orta yerde. 'Hoşgörü' ne demek, 'horgörü' ne demek?
Kimin kime hoşgörü gösterme gibi bir ayrıcalığı, kimin kime horgörülü davranma gibi yabanilik hakkı olabilir ki? En doğrusu belki de insan ilişkilerini ne hoşgörüye şartlamak ne de horgörüye.
Koyarsınız birlikte yaşamanın kurallarını orta yere, onu da uygularsınız adam gibi, yeter de artar bile.
O ki katlanmayı bilmezsiniz benimsemediklerinize de... İşte öyle bir marka olarak kalır sizin hoşgörünüz de.
Tıpkı iyi temizlemeyen bir deterjanın bol ama bir işe yaramayan sahte köpükleri gibi...
Gelin sizinle 'renkçilik' oynayalım bugün. 'Renk körü'yüm ben aslında. Tanrı vergisi, kul ne yapsın? Bir türlü ayıramıyorum kırmızıyı yeşilden, yeşili kırmızıdan. Uzun yıllar ehliyet de alamadım bu yüzden. 'Göz sınavı'ndan çaktım sürekli. Meğer, önüme konan kitapta aynı ton renkleri öylesine yan yana dizmişler ki, bir şekli ya da bir sayıyı gösteriyormuş. Ben "balık" demişim kuşa, "ev" demişim ağaca. Dahası, "Ne güzel yeşil gözlerin var" diye pot kırdığımı anımsıyorum, ela gözlü yarime iltifat ederken. "Bu ne renk? Bu ne renk?" diye, babalarıyla eğlenen çocuklarımın 'renkçilik' oyununu unutamıyorum bir türlü. Ben karıştırdıkça renkleri basıyorlardı kahkahayı. Şeyy... Sahi, siz hiç merak ettiniz mi 'renk körlüğü' ne demek, insanların yüzde kaçı 'renk körü' şu yeryüzünde? Bırakın öyle her akşam televizyonlarınızın karşısında kurulup, 'renkli renkli' filmler izlemeyi de, araştırın bakalım.
Gelin sizinle 'renkçilik' oynayalım bugün. Tek rengin hakimiyeti ne ifade eder sizin için? 'Ussal gözünüzle' bir yoklayın bakalım. Denenmedi mi sanki bunlar tarih boyunca? Kızıl rengin hakimiyeti neyi çözdü, Stalin Rusyası'nda, Mao Çini'nde. Yeşil rengin hakimiyeti neyi çözdü Humeyni İranı'nda, Kaddafi Libyası'nda. Ya kara rengin hakimiyeti? Neyi çözdü Hitler Almanyası'nda, Mussolini İtalyası'nda? Tüm bu ülkelerin dayatmacı tek renk hakimiyetleri, engelleyebildi mi diğer renklerin de yaşamalarını? Kızıl, yeşil ya da kara, tek renk hakimiyeti faşizmin ta kendisi aslında. Şeyy... Sahi, siz hiç merak ettiniz mi? Bütün renkleri bünyesinde barındıran bayrak var mı şu yeryüzünde? Bırakın öyle her akşam televizyonlarınızın başında çöküp 'renkli renkli' filmler izlemeyi de, araştırın bakalım.
Gelin sizinle 'renkçilik' oynayalım bugün. Toplumların taptıkları ortak renkleri konuşalım biraz. Niçin insanlar böylesi yapay bir ortaklığa bağlanırlar? Hiç düşündünüz mü? Renk yüzünden insanlar birbirleriyle savaşlar bile yapabiliyorlar oysa. Amerika'daki siyah-beyaz kavgaları, yeryüzünün çeşitli bölgelerindeki ulusal bayrak, ulusal renk kavgaları canlı örnekler olarak duruyorlar orta yerde. Renklerin aslında birer simge olduğu ve kavgaların da karşı toplumlar arasında bu simgelere yüklenmiş toplumsal çıkarların çatışmasından kaynaklandığı söylenir sürekli. Şeyyy... Sahi, siz hiç merak ettiniz mi? Bayrağı olmayan bir devlet, bir ulus var mı yeryüzünde? Bırakın öyle her akşam televizyonlarınızın karşısında pinekleyip 'renkli renkli' filmler izlemeyi de, işte size bir ev ödevi daha, araştırın bakalım.
Ben diyorum ki şu namussuz dünyada, 'renk körü' olmak doğanın canlıya bahşettiği bir ayrıcalık aslında. Bunun eksisi yok, artısı var. Bir renge bağlanıp da, körü körüne ona kul köle olanların 'beyin körlüğü'nün yanında bizim renk körlüğümüz, inanın bal kaymak. Şeyyy... Sahi, siz hiç 'Renk Körleri Birliği' adlı evrensel bir örgütlenmenin varlığını işitmediniz mi? Bırakın öyleyse her akşam televizyonlarınızın karşısında, 'renkli dünyalar'ın tükenmiş izleyicileri olmayı. Katılın birliğimize.
İstanbul'un bazı ilçelerinde okullar arası bir yarışma düzenlenmiş ve çeşitli okulların yanı sıra bizim azınlık okullarından öğrenciler de bu yarışmaya katılmışlar. Şişli ilçesinde, Beyoğlu ilçesinde ve sanıyorum Kadıköy ilçesinde bizim çocuklarımız yarışmalarda birinciliğin yanı sıra bazı önemli başarılar elde etmişler. Yarışmanın konusu 'İstiklal Marşı'nı okuma'. İstiklal Marşı'nı en iyi okuyanlar arasında bizim çocuklarımız ön sıraları kapmışlar. Olan biten sadece bir yarışma, ama bakın bu yarışma insan hafızasını nerelere götürüyor...
12 Eylül 1980'in hemen sonrası, insanlar toplanıyor evlerinden bir bir. Bulabildikleri sıkıştırabildikleri yerlere götürüp tıkıyorlar. Tıkama merkezlerinden biri de İstanbul'un Samandıra'sı. Askerî kışlayı tutuk evine dönüştürmüşler. Askerî tuvaletleri çevirmişler birer hücreye. Birer metrekareden daha küçük tuvaletler bunlar, yan yana dizili. Tuvaletin deliklerini kapatmışlar tahta mazgallarla, bulabildiklerini getirip tıkıyorlar oralara. Tam sekiz gün olmuş beni ve kardeşimi de alıp oraya götüreli. Arada bir sorguya çıkarıyorlar yukarıya. Payımıza düşeni bahşettikten sonra da götürüp gerisingeri tıkıyorlar yine hücrelerimize.
Hücrede kalanları psikolojik bir işkenceye tabi tutuyorlar gece gündüz. Uyutmamak için marş söyletiyor askerler, sürekli. Yarım saatte bir, her değişen nöbetçi aldığı emir doğrultusunca, kapıya yükleniyor "Marş söyle lan" diye. En çok söylettikleri marş da İstiklal Marşı. Düşünebiliyor musunuz, bu adamlar güya size memleket severliği bu şekliyle öğretecekler ve bunun için de İstiklal Marşı'nı söyletiyorlar tuvalette. Söylemeyene yükleniyorlar, açıyorlar hücre kapısını, ver Allah ver. Bir iki kez dayağı yedikten sonra da artık kıdemleşiyorsunuz. Nöbeti değişen asker de artık size fazla yüklenemiyor. Yeni gelenlere yöneliyorlar ister istemez...
Biraz önce yeni bir grup getirdiler. Hurra... Bir hücumdur başladı, bir tantanadır gidiyor. Hemen hepsi Ermenilerden müteşekkil bir grup. Yan hücrelere doldurdular. Askerler onların isimlerini çağırdıkça anlıyorum kim olduklarını. Çoğu, tanıdık isimler. Hücre komşumla yaptığım duvar konuşmalarından öğreniyorum niçin getirildiklerini. Pisi pisine bir sebep işte. Hiçbirinin de elle tutulur bir suçu yok. Kudüs'e okumak için bir öğrenci götürülüyormuş da, götüren din adamıyla götürülen çocukları havaalanında çevirmişler, "Durun bakalım siz bu çocuğu Kudüs'e niye götürüyorsunuz?" demişler. Ve onların gidişinde katkısı olan, burs veren, döviz temin eden, döviz bozduran, ilgili ilgisiz kimler varsa toplamış getirmişler işte. Üç-beş gün kadar Samandıra'da kaldılar ve sonunda bir din adamı hariç hemen hepsini bıraktılar. Asıl anlatacağım olay bu değil. Hafızamı o günlere götüren olay, onlar geldikten sonra tuvalet korosunun o muhteşem konserleri.
Asker sesi duymaya görsün bizimkilerden birkaçı (hadi isimleri bende kalsın şimdilik), hemen atılıyorlar askerden önce "Komutanım marş söyleyelim mi?" ve başlıyorlar avazları çıktığı kadar o marşları, tuvalette, müthiş bir iştahla, bangır bangır çığırmaya. Ne o tuvaletler o güne değin böyle bir koro görmüştür, ne de görecektir bilesiniz. Bunları o insanları küçültmek için söylemiyorum tabi. Asıl utanması gereken bize o tuvaletlerde İstiklal Marşı öğretmeye kalkışan zihniyetin kendisi. İşte bugün çocuklarımızın bu yarışmalarda göstermiş oldukları başarıdan da görsünler ki ne o gün ne de bugün ve ne de yarın, bizler bu ülkede kendilerine tuvaletlerde zorla İstiklal Marşı öğretilecek unsurlar değiliz hiçbir zaman.
Milli Eğitim Bakanı amca!
Benim adım Yeğsapet. 7 yaşındayım. İlkokul 1. sınıfta okuyorum. Kuyrikim [Ermenice 'abla'] de 9 yaşında, o da 3. sınıfta okuyor. Oyrortum [Ermenice 'öğretmen'] bana Ermenice bir vodanavor [Ermenice 'şiir'] verdi. "Kızım bu şiiri iyice öğren, Öğretmenler Günü'nde okuyacaksın" dedi. Öğretmeni de kuyriğime bir Türkçe şiir verdi. Mamam [anne] bize yardım etti. Günlerce şiirlerimizi ezberledik. "Öğretmenim canım benim seni ben pek çok severim" diyecektim Ermenice. Bu şiiri de söylerken kollarımı iki yana açarak öğretmenimi kucaklar gibi yapacaktım. Kuyriğim ve mamamla beraber günlerce bunun provasını yaptık evde. Çok güzel söylüyordum. Kucaklar gibi yaparken de çok sahici yapıyordum. Öğretmenim yerine mamamı kucaklarken kuyriğim bana "Aferim Yeğso çok güzel yapıyorsun" diyordu.
Gecelerce gözüme uyku girmedi. Öğretmenler Günü çabuk gelsin istiyordum. Tören günü mamam bize cicişlerimizi giydirdi. Mamam da o gün çok cici giyinmişti. Babam da bizimle törene gelmişti. Bizi izleyeceklerdi. Tören başladı. Hepimiz önce "Korkma sönmez"i söyledik. Sonra müdürümüz Türkçe bir konuşma yaptı, öğretmenlere teşekkür etti. Hepimiz onu alkışladık. Sonra çocuklar çıktı Türkçe bir şarkı söylediler. Onları da alkışladık. En çok ben alkışladım, ben alkışı çok severim amca.
İşte sıra bana geliyordu. Şimdi beni çağıracaklardı. Heyecanlanıyordum. Onlar beni çağırmadan hemen sahneye fırladım. Biraz sonra beni de alkışlayacaklardı... Ama öğretmenim beni kolumdan tuttu "Sen otur Yeğsapet, sen bugün söylemeyeceksin" dedi.
Ben şiirimi söyleyemedim amca. Beni hiç kimse alkışlamadı. Alin de şiirini söyleyemedi, Bedros da, Armen de. Hiçbirimiz söyleyemedik. Ama kuyriğim söyledi. Sadece Türkçe şiiri olanlar söylediler, Ermenice şiiri olanlar söyleyemediler. İngilizce piyes oynayanlar da alkışlandılar. Ben çok üzüldüm amca. Mamama sordum. "Mama biz niye şiirimizi söyleyemedik?" "Kızım" dedi, "amcalar haber göndermişler, Ermenice söylenmeyecek demişler."
Milli Eğitim Bakanı amca! Amcalar niçin böyle haber göndermişler acaba? Ermenice öğretmenime şiir söyleyecektim ben oysa.
Hem Türkçe öğretmenlerim de o gün çok sevinçliydiler. Ama amcalar Ermenice öğretmenlerimi çok üzdüler. Beni de çok üzdüler.
Aynı gün onlara da şiir söylesek, onlar da sevinse olmaz mı acaba? Milli Eğitim Bakanı amca! Ermenice öğretmenlerim için başka bir 'Öğretmenler Günü' mü var yoksa? Halbuki ben iki öğretmenimi de çok seviyorum, amcalar onları niçin bölüyor niçin ayırıyor acaba?
Milli Eğitim Bakanı amca! Kim bu amcalar acaba?
Kız o amcalara hemi...
Protestan vaizi rahmetli Samuel Bakkalyan'ı anımsıyorum. Fransa'da yaşar, arada bir de yatılı okulumuz Joğovaran'a gelip görev yapardı. Yaşlılığının son zamanlarında son bir kez daha gelmiş ve "Yozgat'a, doğduğum memlekete gidip kardeşimi arayacağım" diye tutturmuştu.
Gitti ve kardeşini buldu da. İki kardeş aradan 70 yıl geçmiş olmasına rağmen tanımışlardı birbirlerini.
Sarılmışlardı, ağlaşmışlardı gecelerce. Bir hafta kadar orada misafir kalan Bakkalyan kardeşini ve ailesini de Fransa'ya götürmeyi teklif etmişti. Ama 'nuh' demiş 'peygamber' dememişti. İkna edememişti Müslüman abisini. Hem de köyün imamıydı o artık. Biri Müslüman diğeri Hıristiyan iki kardeşi din adamı yapan 'kader' denilen çizgi, onları ayırdığı noktada bir kez daha buluşturmuştu belki, ama hepsi o kadar işte. Bakkalyan kendi ülkesine gitti çocuklarına, o da kendi ülkesinde kaldı torunlarıyla.
Bakkalyan bir daha da Türkiye'ye gelmedi. Bir kaç sene sonra da öldü.
Bizim yetimhane, ayrılanlarla buluşanların, kaybolanlarla bulunanların merkeziydi sanki. Garabed'le Flor mesela. Çocuk yaşta ana babalarını kaybeden bu iki genç, aradan 15 yıl gibi bir zaman geçtikten sonra ancak yaşamın tatlı bir rastlantısı sonucu kavuşabildiler birbirlerine. Garabed yıllarca o yetimhanede okumuş ve ekmek kavgası için atıldığı dış yaşama bir türlü alışamadığından olsa gerek, yetimhaneyle bağlarını hiç koparmamıştı. Her hafta sonu ziyaret ettiği yetimhanede, genç ablalardan Flor'a bir başka ısınmıştı içi. Flor ise küçük yaşta evlatlık olarak verildiği bir ailenin yanında, bir erkek kardeşi olduğunun bilgisiyle büyümüş, tatlı bir genç kız olmuştu. Önceleri elbette tanımamışlardı birbirlerini. Aslen Malatyalı olmaları, annem babam gibi Malatya'nın ıcığını cıcığını bilen kişilerin de sağdan soldan bu işin araştırmasını yapmalarına yardımcı olmuş ve babam sonunda müthiş gerçeği ortaya çıkarmıştı. Flor ve Garabet kardeştiler.
Nasıl unuturum, onlara bu gerçeği söylediğimizde birbirlerine doğru koşuşlarını? Garabet'in "Kuyrik kuyrik" [Ermenice 'abla'] diye deniz kenarına, ablasına koşuşunu. Şimdi içinizden "tam da Türk filmi" diye mırıldananlarınız olacak, ama ne yapalım ki olay ortadaydı ve yaşanıyordu. Garabet de Flor da daha sonra birbirlerinden hiç kopmadılar ve bugün her ikisi de çoluk çocuğa karıştılar ve hep birbirlerine yakın kaldılar.
Son son Tüyap Kitap Fuarı'nda dolaşıyorum. İnsan Hakları Derneği'nin açtığı standın yan duvarı olduğu gibi kaybolmuş, kaybedilmiş insanların fotoğraflarıyla donatılmış. Dalgın dalgın onları inceliyorum. Bir anons hoparlörden: Küçük bir çocuk bulunmuştur ailesinin müdüriyete başvurması rica olunur.
Bir kez daha bakıyorum kaybolup da bulunamayan insanların resimlerine. Şimdi gitsem müdüriyete, çocuğunu kaybedip de bulan anneyi bir an için bu resimlerin önüne getirsem. "Gel anneciğim gel bak, gözün aydın sen buldun ama bunlar henüz bulunamadılar" desem, sanırım işte o an anlayacaktır o kadıncağız bu ıstırabın büyüklüğünü.
Kaybolmayın çocuklar!
Kaybetmeyin analar!
Kaybolan çok insan var, bulun onları analar!
Barış dendi mi fırlarım hiç düşünmeden, “ben varım” derim önkoşulsuz. Ben atıldıkça etraf-tarafım önüme dikilir. “Dur yahu sakin ol biraz, ne zıplıyorsun öyle hemen, bakalım bunun ardında neler var. Sana bulaşan eden var mı? Sen kendi işine bak. Bak bu tür “barış barış” diyenleri günün birinde punduna getirip bir şekliyle halletmiyorlar mı? İşte 12 Eylül’ün Barış Derneği davası, işte 12 Eylül’ün Aydınlar Dilekçesi. Senin neyine gerek?”
Bir an duraklıyor insan, “doğru yahu, hakikaten de öyle olmuyor mu?” diyor kendi kendine. İşte bu bir anlık bocalama savaş kışkırtıcılarının en büyük silahı aslında...
Ve Barış’ın önündeki en ciddi engel...
***
Bir diğer engel de erdemli kavramların artık haddinden fazla “gevelenen kavramlar” haline dönüşmüş olması.
Gelin düz mantığımızda tartalım biraz.
Adam “sevgi, sevgi” diye tekrarlıyor olur olmaz her yerde. Ana avrat küfür edecek karşısındakine, sıkıyor kendini, “saygı” diyor, “saygı duyuyorum” diyor kavramın içine ederek.
İyi de... Sık kullanmak içeriğini doldurmuyor ki. Sıradanlaştırıyor, anlamsızlaştırıyor ve bayağılaştırıyor bu asil kavramları.
“Hoşgörü” dedikleri şey meselâ... Ne de bol kullanılıyor şu sıralar.
“Barış” da öyle... Bol keseden bozuk para gibi harcanan kavramlardan biri de o.
***
Bu kavramlar daha çok uzar lâkin... Durun az biraz.
Fırlama anımdayım şimdi... Az ötede insanlar barış için imza istiyorlar yine. Ben durur muyum şimdi.
İmzamı atayım önce... Siz sonra uyarın beni.
“Ortada bunca silah dolaşırken, bir imza ile ben nasıl barış sağlarım?” diye kendi kendime sormuyorum da değil hani. Ama ne yapayım huyum kurumasın işte.
Barış’a ne zaman kanmadım ki?
***
Bakın neler diyor hınzırlar beni kandırmak için.
“Barış istiyoruz! Çevremizdekilerle; eşimizle, komşumuzla, iş arkadaşlarımızla konuşuyoruz: Kimse savaş istemiyor. Ama, yalnızlık duygusundan kurtulamıyoruz. Her birimiz barışı farklı nedenlerle istiyor. Hepimizin canı başka yerinden yanıyor. Savaş isteyenlerin hepsi aynı dili konuşuyor. Savaş isteyenler güçlü. Savaş, barış isteyenlerin çaresizliğinin üstünde yükseliyor.
Her sabah, bütün yüküyle üstümüze çöküyor. Savaşın orta yerinde değilsek, haberleri izliyoruz. Savaşın orta yerindeysek, savaşa sürükleniyoruz. Bu savaşa biz karar vermedik. Ama, Barış’a karar verebiliriz.
Barışı’ı unuttuk. Oysa hayat, hâlâ Barış’ı düşündüğümüzde gülümsüyor bize. Barış’ı gün günden daha az hatırlıyoruz. Belki eski bir dostun yüzü gibi belleklerimizden silindikçe kendi hayatlarımız da küsüyor bize. Savaşı iyi tanıyoruz: Yerinden yurdundan edilen insanlar, açlık, umutsuzluk, ölüm.
Unuttuğumuz Barışı düşleyebiliriz. Düşleyebilmek, en büyük gücümüz. Biz düşledikçe Barış canlanacak, soluk almaya başlayacak. Önce bir sussun silahlar. Ölüm sussun. Hayat konuşsun.
Biz, hala hayatın mucizesine inananlar, hayatla aramıza savaş sokmayalım. Kim olursak olalım, inançlarımız, görüşlerimiz ne olursa olsun, hayatlarımız savaşa neresinden bulaşmış olursa olsun, aynı yalın, berrak talebin altına birlikte imza atabiliriz. Biz, Barış isteyenler, birbirimizden uzak durdukça, Barış daha uzağa kaçıyor. Bu sefer milyonlar bir araya gelelim. Bu Barış, bizim Barış’ımız olsun.
Barış isteyenler, gelin Barış için barışalım. Barış için bir milyon imzamız olsun. Barış’a birer imza verelim.”
***
Verdim gitti be...
Savaşın ölümü imzamdan, benimki de Barış’tan olsun!
Dayımın kızı evlendi geçen hafta. Davetiye yollamış eve. Hanım soruyor "Gidecek miyiz?" Allah Allah, lan arkadaş nasıl gitmem dayı kızı bu, bacı sayılır bir yerde. İyi de bizimki niye sorar bu münasebetsiz soruyu çekine çekine? "Bir Türk'le evleniyormuş" diyor pat diye.
Aile bölünmüş ikiye, "Gidelim" diyenler "Gitmeyelim" diyenler. Halamla eniştem kaybolmuşlar ortalıktan, belli onlar gitmeyecekler. Yengem gelmiş, yeğenler gelmiş ağzımın içine bakıyorlar. Ben ise kararımı vermişim baştan "Hadi gidiyoruz" diyorum, Malatya'dan kalabalık gelmiş ama İstanbul kalabalığına yenilmiş son parçalarıma. "Hadi kalkın" diyorum, "gidiyoruz, o bizim kızımız."
Kuruçeşme Divan'ın boğaz manzaralı havuz kenarına kurulmuş nikah masasında, tayt sıkımlı sarışın memure şakıyor ince ince... "Siz Armenag kızı Janet, Mustafa oğlu Yüksel'i ve siz Mustafa oğlu Yüksel Armenag kızı Janet'i kendinize eş olarak kabul ediyor musunuz?" "Eveeeeet" diye bağırıyor gençler coşkuyla ve öpüyorlar birbirlerini dans boyunca. İki ufak çocuk o esnada tam önümde soruyorlar birbirlerine "Bu nasıl düğün lan herkes ağlıyor."
Armenag dayıma bakıyorum ağlıyor...
Mustafa khnamiye1 bakıyorum ağlıyor...
Bizimkilere bakıyorum... Dünürlere bakıyorum çoğu ağlıyor. Hangisi sevinçten hangisi üzüntüden belli değil. Bu kadar da mı belirsiz olurmuş ağlamanın rengi yarabbim!
Ağlamadım o gece... Oynamadım da. Ödünç bıraktım ileri ki bir zamana. Bundan sonrası Janet'le Yüksel'e bağlı. O ki başarırlar her biri kendi kimliğini yaşayabilsin ve o ki başarırlar doğacak çocukları 'ana' kimliğini de doyum doyum yaşasın, kalkar gider oynarım. O ki başaramazlar gider bir de ben ağlarım Kuruçeşme Divan'ın havuz başında dayımın tam ağladığı yerde.
Dümdüz bir araziydi bizi alıp götürdüklerinde. Birkaç yüz metre ilerisinde de, henüz el değmemiş bir göl ve yanında tertemiz bir deniz. İlkokul iki ile beşinci sınıflar arasında okuyan çelimsiz öğrencilerdik, 20 kişi kadar. Koca bir yaz orada kamp hayatı yaşayacaktık güya... Ve kazmaya başladık önce. Kazdık çadır çubuklarını diktik, kazdık fidan diktik, kazdık kuyu açtık. Başımızda bir inşaat ustası ve biz 20 çocuk amele, kazdık temel attık ve bina inşa etmeye başladık. Yanı sıra kazdık kümes yaptık, ahır yaptık. İnanın o yıl hep kazdık.
Tam üç ay boyunca çalıştık çabaladık ve o dümdüz çorak araziyi giderek yeşillenen giderek renklileşen, üzerinde binalar yükselen ve görenlere "Aaa...! Buraya insan eli değmiş, burada insanlar yaşıyor" dedirten bir yer haline getirdik. Kamp hayatı yaşamaya gitmiştik, kamp inşa edip döndük yatılı okulumuza o yaz.
Ve o yazlar, yıllarca ardı sıra hep böyle devam etti. Her yaz gittik Tuzla Kampı'na. Biz çocukların sayısı da giderek arttı. Yeni kuyular açtık, su çoğaldı, yeşillikler çoğaldı. Gündüzler ve geceler boyu elle durmaksızın çektiğimiz su tulumbası da günün birinde motorlaştı. Yıllar geçtikçe ağaçlar boyumuzu geçti, binaları kapladı, kampın göğü geçit vermez oldu kızgın güneşe, gölgeleşti her bir yan. Çocuk emeğimize karışan çocuk seslerimiz gübresiydi belki de doğanın. Gelen imrenir, gören imrenirdi. "Aşk olsun" derdi herkes, "aşk olsun."
Bu arada biz çocuklar da hazıra konma yerine kendi ürettiğiyle yaşama kültürünü ediniyorduk yavaş yavaş. Kümesten günde birkaç kez topladığımız yumurtaların bolluğunu anımsıyorum bazen, nasıl da hedef tahtalarına nışan alıyorduk tam on ikiden. Tavuk kıçında gezinen parmaklarımızla henüz taşlaşmamış yumurtayı lastik top halinde yakalayabiliyorduk her an. Bolluk ve bereket getirmiştik o 10 dönüm çorak araziye. Tazeyi ve canlıyı yaşıyorduk kendi yarattığımız canlı ortamda. Beethoven'in müziğiyle dinî ayin yapıp ahır temizliyorduk ardından. Ya da kampın bir ucundaki kavak ağaçlarının alt gövdelerini kireçlerken ötede salonun hoparlöründe çalan halk müziğimizin dört sesli yorumlarını dinleyebiliyorduk aynı anda. Günde çok saat çalışıyor çok saat da şükrediyorduk Tanrı'ya. Dua başlangıcımızdı hep "Tanrım bizlere bahşettiklerini ihtiyacı olanlardan esirgeme" demek.
Günün birinde Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden bir yazı geldi kampın sahibi Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi'ne. Azınlıklara ait vakıflar 1936 yılından sonra bu ülkede herhangi bir gayrimenkul satın alma, mülk edinme hakkına sahip değilmiş meğerse. Yasalar buna engelmiş. Dolayısıyla bu kampın tapu kaydı iptal edilecek kamp da eski sahibine iade edilecekmiş. Dediklerini de yaptılar doğrusu. Davalarla, dolaylı dolaysız yaptırımlarla kampı elimizden aldılar ve eski sahibine geri verdiler sonunda.
Biz öylece cascavlak kaldık ortada. Kamp yeri ve binası şimdi öyle duruyor orada. Kenarları oldu tam bir villa panayırı. Bina ise dişleri dökülmüş, avurtları çökmüş, sendeleyen yaşlı bir harabe. Bizim o güzelim yeşil ağaçlarımız birer birer kesilmiş, kalanlar ise küsmüş sararıp solmuşlar öylece.
Geçtiğimiz pazar Kınalıada Çocuk Kampı'nın sezon açılışında Tuzla Kampı'nı anımsadım hep. Çalınan, gasp edilen 'çocuk emeğim'i sorguladım usumda. Şimdi ne bekleniyor benden? "Helal olsun" mu diyeyim yani? Yoksa... "Aşk olsun" mu?
Zara'nın ileri gelenlerinden birkaçı, o gece, Hacı İzzet'in evinde toplandılar. Kafa kafaya verdiler, uzun uzun konuştular, ince ince düşündüler. Sağa sola çektiler, öne verdiler geri aldılar. Nihayet gördüler ki olacak gibi değil, tehlike büyük, gelecek karanlık. Bir şeyler yapmak gerekiyor. Kalktılar, topluca kaymakama gittiler. Sözü ilkin Hacı İzzet aldı. "Efendim" dedi. "Görüyoruz ki komşularımızı, bütün Ermenileri alıp götürüyorsunuz. Bizim devlet babanın yaptığına bir diyeceğimiz olamaz. Siz bizden daha iyi bilirsiniz ne yapacağınızı. Ama af buyurursanız, bir büyük maruzatımız var ki çok hayati bir durum arz ediyor tüm kasaba için, size onu anlatmaya geldik."
"Lafı uzatma Hacım söyle bakalım ne söyleyeceksen" dedi kaymakam. "Efendim bizim kasabada evlerimizi onlar yapar, buğdayımızı onlar eler, ekmeğimizi onlar pişirir. Demircisi, marangozu, terzisi ve daha birçok zanaat onlardan sorulur. Eğer onların hepsini alır götürürseniz biz ne yaparız sonrasında. Hiç olmazsa birkaçını bıraksanız."
Sustu bir an kaymakam. Kalktı oturdu, oturdu kalktı. Elleri cebinde gitti geldi. Çok zor bir durumda kalmıştı. Birden aklına beyaz atı geldi. Atının nalbantı da bir Ermeni değil miydi? Hacı İzzet haklıydı. Sağa baktı sola baktı, ayağa kalktı sokağa baktı. Odadakilerin yüzüne bakmaksızın, "Bakın efendiler" dedi. "Sizin bu söylediklerinizi ne siz söylemiş olun ne de ben duymuş olayım. Gidin nasıl biliyorsanız öyle yapın. Ama dikkat edin yanınıza alıkoyduklarınız belalı kişiler olmasın."
Terzi Serkis, fırıncı Artin, marangoz Keğam, duvarcı Mıkhitar ve daha başkaları aileleriyle birlikte böyle kurtuldular o büyük göçten. Zara'da kaldılar ve yaşadılar... Ama bakın nasıl.
Önce din değiştirdiler tümü birden. Müslüman oldular, isimlerini değiştirdiler. Sarkis oldu Zeki, Artin oldu Ali, Keğam oldu Kenan, Mıkhitar oldu Hakkı... Arsaları, tarlaları evleri ve neleri varsa her şeylerini kaybettiler. Tapuları silindi bir günde. Zara'nın kilisesi saman deposu oldu aynı gün. Uzun lafın kısası, yaşamı idame ettirebilme ya da şimdiki adıyla sürdürebilme derdi onlara her şeylerini unutturdu çaresiz. Her cuma caminin baş müdavimleri oldular.
Aradan birkaç yıl geçti. Artık her şey bu yeni şekliyle kabullenilir olmuştu Zara'da. Ama o Cuma yaşananlar her şeyi altüst etti aniden.
Sevr Antlaşması imzalandı o sıralar. Avrupalı devletler olanları ve şikayetleri incelemek için müfettişler göndermeye hazırlanıyorlardı Anadolu'nun dört bir yanına. Her yere olduğu gibi Zara'ya da tabi. Aldı mı Zara'nın mülki erkanını bir telaş. Hemen kilise temizlendi samanlardan, eski şekline dönüştürüldü yeniden. Caminin önünde o gün değişik bir telaş ve gariplik göze çarpıyordu. Ama bir türlü mana veremiyordu Hakkı Bey buna. Camiye de o gün biraz erken gelmişti. Çeşme başında abdestini aldı bir güzel. Niyeti namazda önlerde yer kapmaktı. Hacı İzzet dikildi cami kapısında Hakkı'nın önüne pervasızca. "Oooo hoş geldin Mıkhitar" dedi aniden. Hakkı şaşırdı bir an. Karşısında duran adam eliyle kendisine karşıdaki kiliseyi gösteriyor ve "Senin yerin ora Mıkhitar" diyordu aradan bunca yıl geçtikten sonra.
"Iııh" dedi. "Bu beni sınıyor herhalde." "Estafurullah Hacı emmi. Elhamdüllah Müslümanız hepimiz. Bizim ne işimiz var yahu o kapıda" demesine hacı fırsat vermedi.
"Yok yok Mıkhitar, evli evine köylü köyüne kardaşım. Sende bilirsin bende ki katıksız Hıristiyansın sen, git kilisene. Hem sonra bak yarın da kaymakama uğra sizin tapuları yeniden hazırlamış. Hem sadece sizinkileri de değil, giden akrabalarınızın kini de sizin üstünüze yazmış. Yarın git onları da al ha! Unutmayasın, kaymakam uzun uzun tembihledi."
Zaralı komşumun babasından aktardığı bu olaylar nereden mi aklıma geldi? Nereden olacak, hani şu Habitat vardı ya, yeni bitti de evli evine, köylü köyüne döndü. İşte 'insan yaşamının sürdürülebilirliği' diye bir nakarat ürettiler orada. Hadi bu hikâyeyi okuduktan sonra üç kez peşi sıra hepiniz hızlı hızlı tekrarlayın bakalım.
"İnsan yaşamının sürdürülebilirliği."
"İnsan yaşamının sürdürülebilirliği."
"İnsan yaşamının sürdürülebilirliği."
Ne oldu dilinize öyle kuzum? İnsan ve yaşam kolay söyleniyor lakin şu 'sürdürülebilirlilik' lülüleşiyor değil mi?