Agos, 8 Kasım 1996

Protestan vaizi rahmetli Samuel Bakkalyan'ı anımsıyorum. Fransa'da yaşar, arada bir de yatılı okulumuz Joğovaran'a gelip görev yapardı. Yaşlılığının son zamanlarında son bir kez daha gelmiş ve "Yozgat'a, doğduğum memlekete gidip kardeşimi arayacağım" diye tutturmuştu.

Gitti ve kardeşini buldu da. İki kardeş aradan 70 yıl geçmiş olmasına rağmen tanımışlardı birbirlerini.

Sarılmışlardı, ağlaşmışlardı gecelerce. Bir hafta kadar orada misafir kalan Bakkalyan kardeşini ve ailesini de Fransa'ya götürmeyi teklif etmişti. Ama 'nuh' demiş 'peygamber' dememişti. İkna edememişti Müslüman abisini. Hem de köyün imamıydı o artık. Biri Müslüman diğeri Hıristiyan iki kardeşi din adamı yapan 'kader' denilen çizgi, onları ayırdığı noktada bir kez daha buluşturmuştu belki, ama hepsi o kadar işte. Bakkalyan kendi ülkesine gitti çocuklarına, o da kendi ülkesinde kaldı torunlarıyla.

Bakkalyan bir daha da Türkiye'ye gelmedi. Bir kaç sene sonra da öldü.

Bizim yetimhane, ayrılanlarla buluşanların, kaybolanlarla bulunanların merkeziydi sanki. Garabed'le Flor mesela. Çocuk yaşta ana babalarını kaybeden bu iki genç, aradan 15 yıl gibi bir zaman geçtikten sonra ancak yaşamın tatlı bir rastlantısı sonucu kavuşabildiler birbirlerine. Garabed yıllarca o yetimhanede okumuş ve ekmek kavgası için atıldığı dış yaşama bir türlü alışamadığından olsa gerek, yetimhaneyle bağlarını hiç koparmamıştı. Her hafta sonu ziyaret ettiği yetimhanede, genç ablalardan Flor'a bir başka ısınmıştı içi. Flor ise küçük yaşta evlatlık olarak verildiği bir ailenin yanında, bir erkek kardeşi olduğunun bilgisiyle büyümüş, tatlı bir genç kız olmuştu. Önceleri elbette tanımamışlardı birbirlerini. Aslen Malatyalı olmaları, annem babam gibi Malatya'nın ıcığını cıcığını bilen kişilerin de sağdan soldan bu işin araştırmasını yapmalarına yardımcı olmuş ve babam sonunda müthiş gerçeği ortaya çıkarmıştı. Flor ve Garabet kardeştiler.

Nasıl unuturum, onlara bu gerçeği söylediğimizde birbirlerine doğru koşuşlarını? Garabet'in "Kuyrik kuyrik" [Ermenice 'abla'] diye deniz kenarına, ablasına koşuşunu. Şimdi içinizden "tam da Türk filmi" diye mırıldananlarınız olacak, ama ne yapalım ki olay ortadaydı ve yaşanıyordu. Garabet de Flor da daha sonra birbirlerinden hiç kopmadılar ve bugün her ikisi de çoluk çocuğa karıştılar ve hep birbirlerine yakın kaldılar.

Son son Tüyap Kitap Fuarı'nda dolaşıyorum. İnsan Hakları Derneği'nin açtığı standın yan duvarı olduğu gibi kaybolmuş, kaybedilmiş insanların fotoğraflarıyla donatılmış. Dalgın dalgın onları inceliyorum. Bir anons hoparlörden: Küçük bir çocuk bulunmuştur ailesinin müdüriyete başvurması rica olunur.

Bir kez daha bakıyorum kaybolup da bulunamayan insanların resimlerine. Şimdi gitsem müdüriyete, çocuğunu kaybedip de bulan anneyi bir an için bu resimlerin önüne getirsem. "Gel anneciğim gel bak, gözün aydın sen buldun ama bunlar henüz bulunamadılar" desem, sanırım işte o an anlayacaktır o kadıncağız bu ıstırabın büyüklüğünü.

Kaybolmayın çocuklar!

Kaybetmeyin analar!

Kaybolan çok insan var, bulun onları analar!