Agos, 19 Ocak 2007

Başlangıcında, 'Türklüğü aşağılamak' suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı'nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım.

Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa'dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa'da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada "Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu" söylediğim için 'Türklüğü aşağılamak' suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum. Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa'dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.

Şişli Savcısı'na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece bir başına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim 'Türklüğü aşağılamak' gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.

Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum

Kendimden emindim

Ama hayret işte! Dava açılmıştı.

Yine de iyimserliğimi kaybetmedim.

O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz'e "Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi" dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.

Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.

Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.

'Ya sabır' çeke çeke...

Ama dönülmedi.

Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi.

Ardından da hakim altı ay mahkûmiyetime karar verdi.

Mahkûmiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım... Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı.

"Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız" diye dayanmıştım günlerce, aylarca.

Davanın her celsesinde "Türk'ün kanı zehirlidir" dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında.

Her seferinde 'Türk düşmanı' olarak biraz daha meşhur ediliyordum.

Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.

Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, e-posta, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.

Tüm bunlara "Ya sabır" çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum.

Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.

Tek silahım samimiyetim

Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı.

Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.

Hakim 'Türk Milleti' adına karar vermişti ve benim 'Türklüğü aşağıladığımı' hukuken tescillemişti.

Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.

Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.

İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve "Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim"i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum: Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay'da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkûm olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.

Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.

Kara mizah

Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de Agos'takiydi. Agos sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk.

'Kara mizah' dedikleri bu olsa gerek.

Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?

Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.

'Türk Devleti adına'

İtiraf etmeliyim ki Türkiye'deki 'Adalet sistemi'ne ve 'hukuk' kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.

Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?

Ama gelin görün ki, bu ülkenin yargısı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.

Yargı yurttaşın haklarını değil, devleti koruyor.

Yargı yurttaşın yanında değil, Devletin güdümünde.

Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar "Türk Milleti adına" deniyor olsa da, şu çok açık ki "Türk Milleti adına" değil, "Türk Devleti adına" verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay'a başvuracaklardı ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?

Hem sonra zaten, Yargıtay'dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?

Azınlık vakıflarının mülklerini ellerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?

Başsavcının çabasına rağmen

Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?

Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatımı istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu.

Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul'a taşıdı.

Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul'da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.

Güvercin gibi

Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muratlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink'i artık 'Türklüğü aşağılayan' biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.

Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.

Bu mektuplardan birinin Bursa'dan postalandığını ve yakın tehlike arz etmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı'na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.

Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil.

Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.

"Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?" sorusu asıl beynimi kemiren.

Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların "A bak, bu o Ermeni değil mi?" diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.

Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.

Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.

Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.

Tıpkı bir güvercin gibiyim...

Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.

Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.

İşte size bedel

Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?

"Canım, 301'in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkûm olmuş hapse girmiş biri var mı?"

Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi...

İşte size bedel... İşte size bedel...

İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey bakanlar? Bilir misiniz?

Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?

'Ölüm-kalım' dedikleri

Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız.

Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.

Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında...

O noktada hep çaresiz kaldım.

'Ölüm-kalım' dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.

İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı.

Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.

"Gidelim" dersem geleceklerdi, "Kalalım" dersem kalacaklardı.

Kalmak ve direnmek

İyi de, gidersek nereye gidecektik?

Ermenistan'a mı?

Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?

Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.

Şunun şurasında üç gün Batı'ya gitsem, dördüncü gün "Artık bitse de dönsem" diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?

Rahat bana batardı!

'Kaynayan cehennemler'i bırakıp, 'hazır cennetler'e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi.

Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.

Türkiye'de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye'de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.

Kalacaktık ve direnecektik.

Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915'teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı...

Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse.

Ürkek ve özgür

Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.

Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuruyorum.

Bu dava kaç yıl sürer, bilemem.

Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye'de yaşamaya devam edeceğim.

Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.

Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.

Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kim bilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?

Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.

Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.

Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.

Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.

Hrant Dink’in Türkiye’de azınlık olmaya dair kaleme aldığı 24 Şubat 2005 tarihli köşe yazısını buradan okuyabilirsiniz.

Bu metin ilk olarak Agos’un 12 ve 19 Ocak 2007 tarihli sayılarında, iki bölüm halinde yayımlanmıştır.

Agos, 29 Aralık 2006

İşte yine yeni yıl heyecanının getirip dayattığı 'zaman', 'hız' ve 'değişim' denkleminin baskısı altındayım. Hemen her yılbaşı olduğu gibi karmaşık duygular içindeyim.

'Değişim'i 'zaman'a bölüyor 'hız'la çarpıyor, sonunda da "Elde var sıfır, elde var sıfır" diye hayıflanıyorum. Niye ki 'değişim'in 'hız'ına hiç ama hiç yetişemiyorum.

Şunun şurasında daha 35 yıl önce tanışmamış mıydım o dönemin en ilerlemiş teknolojik aleti olan siyah beyaz televizyonla.

Şimdi ise iletişim ve bilişim marketlerini dolduran bin bir çeşit yeni teknolojik ürün var adını, işlevini ve nasıl çalıştığını bilmediğim.

Öylesi bir çağda yaşıyorum ki o çağın getirdiği nimetleri ve değişimleri yakalamaktan acizim. Kullandığım aletlerin bir-iki fonksiyonunu anca becerebiliyorum, var olan diğer sayısız fonksiyonundan ise bihaberim.

Değişimi görebiliyorum... Değişimi fark edebiliyorum ama hepsi o kadar... Ona ulaşmak ne mümkün! Ha ki bir yerinden yakalıyorum, o zaten değişiyor.

'Değişim' hangi 'zaman'da bu kadar 'hız'la aktı yarabbim!

Çok şükür ama, imdadıma yetişen bir buçuk yaşındaki torunum 'Nora'm var. Kendisine aldığımız onca öğretici, onca eğitici hatta onca cicili bicili çocuk kandıran oyuncaklara inat, o kendi yarattığı teknolojik oyuncaklarıyla yakalıyor benden kaçan hızı.

Nora'yı gözlediğimde 'zaman', 'hız' ve 'değişim' denilen denklemin cevabının sıfır olmadığını görebiliyorum.

Denklemi ben çözemiyorum ama bir buçuk yaşındaki Nora çözüyor. Nerede varsa teknolojik bir düğme, Nora'nın parmağı onda! Kâh buzdolabında, kâh fırında... Kâh telefon tuşunda, kâh televizyon kumandasında. Teknoloji ve onun değişim hızı belki benim kuşağıma hatırı sayılır bir nanik yaptı, bizim kendisine ulaşmamıza zaman olarak fırsat tanımadı, diğer bir deyişle elimizden kaçtı ama görüyorum ki Nora'dan kurtuluşu yok.

Üstelik torun 'Nora' yalnız da değil, yakında ikinci torun 'Nare' de geliyor. Gerçi ben 'Nare' diye erken ötüyorum çünkü babası başka isimde ısrarlı. 'Karuna' diye bir isim uydurmuş... 'Karun'un [Ermenice 'bahar'] ardına bir 'a' ekleyip feminen yapmış, kendince yeni bir kız ismi üretmiş, "İlle de Karuna olacak" diyor.

"Sen Nare'yi nereden uydurdun?" derseniz...

Nareg'den... Kadim Ermeni isminden.

Nareg'in 'g'sini kaldırın olsun size feminen bir isim.

Zaten ilk mucidi de ben değilim... Ermenistan'da çokça kullanılan bir isim.

Ama pes etmiş değilim... 'Babik'lik [Ermenice 'dedelik'] hakkım var ve 'Nare' koydurmak için her türlü entrikaya başvurup, elimden gelen tüm hinoğluhin baskıları uygulayacağım.

Üstelik şimdiden kendime beste de hazırlamış durumdayım. Nora'yı ve Nare'yi birlikte severken, "Nora Nare hoy Nare" diye halay da tutacağım.

'Zaman', 'değişim' ve 'hız' denklemini torunum ve kendi üzerimden sorgulamam boşa değil elbet. Ona baktığımda ancak, çok daha net anlıyorum 'değişim'in ve 'zaman'ın 'hız'ını. Sadece teknolojinin değil onun hızına da yetişemiyorum artık. Çok çabuk büyüyor, çok da çabuk öğreniyor.

Bütün ayrıcalıklar ona. O artık bütün ilgimizin üstünde yoğunlaştığı tek merkez.

Öncesinde oğluma misafirliğe giderdik şimdi, 'Nora'ya gidiyoruz'. Ya da hanım müjdeyi verip eve erken gelmemi istediğinde oğlum ya da gelinim değil sanki gelen, 'Nora'lar geliyor'. Öylesine ayrıcalıklı ki bugüne değin bir tek eşim bana 'Çutak' [Ermenice 'keman'] diye takma ismimle seslenirdi, şimdi o da başladı.

Eşimle aramızdaki özel ilişkimize balıklama girdi.

E vallahi de hoş geldi.

Gerçi tam 'çutak' diyemiyor 'tutak' diyor ama... Bana doğru koşup bir 'tutak babig' deyişi var ki değmeyin keyfime gitsin. O an işte intikamımı almış hissediyorum bana nanik yapan 'zaman'ın ve 'değişim'in 'hız'ından.

Hanenizden torunlar eksik olmasın dostlar.

Hadi bu yılın başında onların 'genats'ına [Ermenice 'varlığına'] içelim. İçelim ve çabalayalım ki onlar mutlu olsunlar, acı çekmesinler. Ne demişti Ermeni ozan Tumanyan: Abrek yerekhek, payts mez bes çabrek [Yaşayın çocuklar, ama bizim gibi yaşamayın].

Agos, 4 Ağustos 2006

Hepinizin başına gelmiştir. Bazen tüm sıkıntılar üst üste gelir.

Kendinizi çapraz ateş altında hissedersiniz. Sağda bir dostunuz ölür, solda bir sevdiğiniz hastalanır, bu tarafta siyaseten devletten kalleş bir darbe yersiniz, diğer tarafta içinizden birinin, bir yakınınızın fiskesiyle parelenirsiniz.

Kendinizi bir köşeye sıkışmış hissedersiniz. "Yetti gayrı" diye haykırasınız gelir. Derken girdiğiniz o sıkıntı dehlizine bir el uzanır, alır sizi tekrar sabahın şafağına çıkarır ve kulağınıza şöyle fısıldar: Haydi, devam et, diren, dayan, pes etmek yok.

Son haftalar benim açımdan hep böyle geçiyor. Bir gün Reha Mağden ölüyor, diğer gün Duygu Asena. Bir gün Ali Bayramoğlu hastalanıyor diğer gün Mehmet Uzun. Bir gün devletin Yargıtay'ı işlemediğim bir suçla beni altı aya mahkûm ediyor, diğer gün kendi toplumum içinden sayısı az da olsa insanlar çıkabiliyor ve "Oh olsun, aldığın ceza az bile" diyebiliyor.

Bir dehlize sıkışmak işte tam da bu.

Derken eller uzanıyor size yakından ve uzaklardan.

Tanıdığınız ya da tanımadığınız.

Sağ olsunlar, imzalar topluyor, bildiriler yayınlıyorlar. Olmayan suçunuza iştirak ediyorlar ve alıp mücadelenin ortasına çıkarıyorlar aynı dirençle.

"Haydi devam et, diren, dayan, pes etmek yok."

Elini uzatanlardan biri de Avustralya'nın Melbourne'undan bizim Rafi. Dayanamamış Cumhurbaşkanı Sezer'e bir mektup yazmış. Bir örneğini bana da göndermiş. Tam metni şöyle:

Sayın Cumhurbaşkanım
Mektubuma başlarken sevgi ve saygılarımla ellerinizden öper sağlığınız ve başarılarınız için dua ederim.
Sayın Cumhurbaşkanım, ben kırk yaşına kadar Türkiye'de yaşamış, on sekiz senedir Avustralya'da yaşayan, Türkiye Cumhuriyeti'nin Ermeni kökenli vatandaşıyım. Babam, rahmetli Celal Bayar, rahmetli Adnan Menderes, rahmetli Cemal Gürsel, rahmetli Cevdet Sunay gibi büyüklerimizin terziliğini yapmış, on üç sene evvel buraya gelmiş. Geldikten üç sene sonra Türkiye'yi sayıklayarak gözü arkada vefat etmiştir. Sayın Cumhurbaşkanım, ben Türkçeden başka dil bilmem. Türkiye'den gelen gazeteleri okuyarak, haberleri dinleyerek, tek başına, Türkiye'yi sayıklayarak yaşayan bir insanım.
Bu arada Türk-Ermeni ilişkilerinde arada kalan, bu yüzden Hrant Dink ve Etyen Mahçupyan'ı buraya davet edenlerdenim. Hrant Dink'in 2003 ve 2005 yıllarında Sydney ve Melbourne'da yaptığı konuşmaları iyi dinleyen, iyi anlayan biriyim. Mahkûm olduğu zehirli kan lafını Türklere değil Ermenilere söylemiştir. Üstüne basa basa "Türkler'le uğraşmayı bırakın, enerjinizi Ermenistan'daki fakir insanlar için harcayın" demiştir. Bu yüzden birçok diaspora Ermeni'sinin tepkisini çekmiştir. Ama işin güzel tarafı burada yetişen yüzlerce Ermeni gencine, aklı başında insanlara fikrini kabul ettirmiştir.
Ve Sayın Cumhurbaşkanım, Hrant Dink Türkiye'nin, Ermenistan'ın insanların yan yana iyi yaşamasını isteyen, bu yolda çalışan, didinen bir aydındır. Hrant Dink'i düşman ilan edenler, Türkiye'nin düşmanlarıdır. Türkiye'ye asırlardır zarar verenlerdir.
Sayın Cumhurbaşkanım, sizin vakur, mütevazi, dürüst, örnek bir insan olduğunuzu bildiğim için affınıza sığınarak bu mektubu yazdım. Bütün dileğimiz, umudumuz, Hrant Dink'in sizin gönlünüzde, vicdanınızda beraat etmesidir.
Sayın Cumhurbaşkanım tekrar sevgi ve saygılarımla ellerinizden öper, sağlığınız, başarılarınız için dua ederim.
Rafael Demirci

Sağ olun dostlar. Sağ ol Rafi.

İyi ki varsınız.

Agos, 23 Haziran 2006

Kürt sorununa dair iki çift laf etmeye göreyim... Milliyetçi marjinal basına gün doğar, hemen "Bak şu densiz Ermeni'ye... Şimdi de Kürtlere akıl vermeye yelteniyor" diye manşeti yapıştırırlar. Doğrusu 'akıl verme' hem benim haddimi aşar, hem de üstten bakışçı bir tutum olarak gördüğüm için ahlaki yaklaşımımla bağdaşmaz.

Kürtlere akıl veremem ama akıllı davranmalarını talep edebilirim. Bu benim hakkım, görevim ve sorumluluğum. Çünkü tarihten devraldığım tecrübelerimden biliyorum ki, onlar akıllarını bir kenara bırakır da sadece duygularıyla hareket ederlerse, kendilerini büyük bir uçuruma doğru sürükleyenlerin tuzağına düşmüş olurlar ve o durumda sadece kendileri kaybetmez, ben de kaybederim, tüm Türkiyeliler kaybeder, tüm İranlılar kaybeder, tüm Suriyeliler kaybeder, tüm Iraklılar kaybeder.

Önce şu vurgulamayı yapmak isterim:
Kürtlerle konuşmanın temel yöntemi kendimizi Kürtlerin yerine koymaktan geçer.
Bu yönteme başvurmadan Kürt sorunu üzerine konuşmak ahlaki de değildir, adil de.
Dolayısıyla "Siz Kürt olsaydınız ne yapardınız?" sorusu hayli önemlidir.
Bu sorunun canlı tutulması, sık sık anımsanması, bizleri bir Kürt'müş gibi soruna içeriden bakmaya zorlar ki işte o zaman ancak sorunun gerçek boyutlarını kavramamız mümkün olabilir.

Kuşkusuz bunun karşılığı olan "Siz Türk olsaydınız ne yapardınız?" sorusu da Kürtler için geçerlidir ve benzeri bir empatik yaklaşım gerektirir. Kürt'ün Kürt kalabilmesi arada bir Türk olabilmesiyle, Türk'ün de Türk kalabilmesi arada bir Kürt olabilmesiyle yakından ilgilidir.

Tabii bir de, ne Türk ne Kürt olarak Kürt sorununa bakmak var!

Söz gelimi, benim gibi Ermeni olabilirsiniz ve kendinizi hem Türklerin hem de Kürtlerin yerine koyup soruna bakmak mecburiyetinde hissedebilirsiniz. O da yetmez tabii... Soruna bir de Ermeni gibi bakmanız gerekir. Ermeni gibi bakmanın ise tehlikesi daha baştan bellidir.

"N'olacak" derler, "O zaten Türklerin ve Kürtlerin iyiliğini istemez. O bu çatışmanın varlığına için için seviniyordur. Geçmişte atalarına Türklerin ve Kürtlerin yaptıklarını unutmamıştır. Bedelinin ödendiğini düşünüyordur!"

Evet, Kürt sorunu üzerine bir Ermeni olarak söz söylerken işimin daha baştan çok zor olduğunu biliyorum. Ama yılacak değilim ve sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim.

Ne Türk ne de Kürt halkına geçmişte yaşananlardan ötürü herhangi bir kin duymuyorum. En büyük isteğim ise bu iki halkın bugün birbirinden kopmaması ve geçmişte bizlerin yaşadığı türden dramların tekrar yaşanmaması.

Bugün kendimi Kürtlerin yerine koyuyorum ve onları çok iyi anlıyorum çünkü geçtikleri bu süreçten benim halkım da geçti.

'Ezen ulus milliyetçiliği'nin ürettiği 'ezilen ulus milliyetçiliği'nin ne demek olduğunu iyi bilirim. Bugünkü tartışmalar, geçen iki asır boyunca bu topraklarda benim halkım üzerinden de aynı biçimiyle zaten yaşandı.

Ezen ulus milliyetçiliğinin baskı ve dayatmalarının, ezilen ulus milliyetçiliğinin aklını başından nasıl aldığını, ne gibi yanlışlara sürüklediğini ve buradan da ne gibi sonuçlar doğurduğunu asla unutmamalıyız.

Bugün tekrarlanan da aynı oyundur.

Ezen ulus milliyetçileri, baskı ve dayatmalarıyla bir ezilen ulus milliyetçiliği yaratıp, ardından o ezilen ulus milliyetçiliğinin varlığını bahane ederek kendi baskıcı ve dayatmacı milliyetçiliklerini meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.

Bakın Türk milliyetçiliğinin rafine ya da rafine olmamış kalemşörlerine...

Geçmişte olduğu gibi bugün de aynı taktiği uyguladıklarını görürsünüz. Kışkırtırlar ama sürekli kışkırtılan Türk milliyetçiliğinden söz ederler.

Kürtler bu tuzağa düşmemeliler.

Irak, İran, Suriye ve Türkiye coğrafyasında yaygın bir halde yaşayan Kürt halkı, tarihte hiç yaşamadığı yeni bir süreçten geçiyor. Kuzey Irak'ta oluşan ve artık bir devlet yapılanması haline dönüşen Kürt egemenliğiyle birlikte ilk kez bir fırsat ve şans yakaladığını düşünüyor.

Bunun bir şans mı, şansızlık mı olacağı kaderin elinde değil, tamamıyla Kürtlerin elinde.

Üstelik sadece Kuzey Irak'taki Kürt yöneticilerin değil, özellikle de Türkiye, İran, Suriye gibi komşu ülkelerin sınırlarında yaşayan Kürtlerin bundan sonraki tutumlarına çok daha bağlı.

Kuzey Irak komşu ülkelerde yaşayan soydaşlarını kendine çeken ve bu çekimden de komşu ülkelerde iç huzursuzluklar yaratan bir çatışma merkezi mi olacak, yoksa kendi varlığının huzurunu komşu sınırlarda yaşayan soydaşlarının üzerinden komşu ülkelere aktaran bir barış merkezi mi?

Nerede yaşıyor olurlarsa olsunlar tüm Kürtlerin bugün temel sorunu budur ve bu noktada gösterecekleri tercih, yakalananın şans mı şansızlık mı olduğunun da göstergesi olacaktır.

On yıllardır ezen ulus milliyetçiliğinin baskısı altında yaşayan Türkiyeli Kürtlerin, son zamanlarda yaşamaya başladığı ruhsal kopuş ve bu ruhsal kopuştan yükselen ezilen ulus milliyetçiliği, bugün artık her zamankinden daha fazla aklına sahip çıkmak durumundadır.

Gelinen noktada Kürt halkı, milliyetçilik cenderesine sıkıştırılmış, 'aşağıya doğru' uçuruma sürülmektedir. Biz Türkiyeliler bu uçurumun eşiğindeki Kürt halkına işte bir kurtuluş dalı uzatıyoruz.

"Gelin, bir arada yaşamı savunalım" diyoruz. Tutunun bu dala sevgili Kürt kardeşlerim. Tutunun...

Hem kendinizi kurtarın hem bizleri...

Agos, 16 Haziran 2006

Özgürlük ve Dayanışma Partisi'nin (ÖDP) başlattığı 'Bir arada yaşamı savunalım' kampanyası yerinde ve doğru bir çaba.

Karşılıklı ruhsal kopuşların arttığı, değişik saflaşmaların ve cephe yaratma çabalarının çoğaldığı bir süreçte, tüm bu ayrışmalarda ve saflaşmalarda taraf olmayı reddeden bir duruş sergilenmesi, o ya da bu tarafın safında yer almaktansa üçüncü yolun önerilip 'bir arada yaşamanın savunulması' gerçek anlamda demokratik duruşun ta kendisi.

Tek yolumuz 'bir arada yaşamayı savunmak' olmalı. Bu yol hem aklın hem de vicdanın gereği.

Aklın gereği, çünkü 'bir arada yaşama'nın alternatifi olan 'paralel yaşama', bu dünyanın sorunlarına hiçbir zaman çözüm getirmedi. Aksine birbirinden ayrı yaşayan toplumlar arasında (ki bu toplumları küçük cemaatlerden ulus devletlere kadar çoğaltabiliriz) çıkar farklılıkları nedeniyle sürekli çatışmalara ve yıkımlara yol açtı.

Mahallelerin ayrılması, ülkelere sınırlar çizilmesi paralel yaşantıyı birkaç asırdır genel geçer hale getirdiyse de insanoğlunun uygarlaşma sürecinde bu yolun yanlış olduğu görüldü ve şimdi artık yan yana yaşamaktansa iç içe yaşama, birlikte yaşama deneniyor. Avrupa Birliği Projesi, salt bu açıdan bakıldığında bile birlikte yaşamayı savunmanın en görkemli projesi olarak yoluna devam ediyor ve bugün için dünyada ondan daha önemli bir barış projesi var gözükmüyor.

Kendimize döner de şöyle bir yakın tarihimize bakarsak, 'birlikte yaşamayı savunma'nın bizde hiç de yeni bir olgu olmadığını, bu ülkede 100 yıl önce de aynı sorunlarla kıvrandığımızı görebiliriz. Son yüzyılını sürekli toprak ve halk kaybıyla geçiren Osmanlı'nın geriye kalan halkları, 1908 Meşrutiyeti'nin ilanıyla birlikte sokaklara dökülmüş, Türk'ü, Rum'u, Ermeni'si, Yahudi'si kol kola günlerce şenlikler yapmış, 'hürriyet, eşitlik ve adalet' şarkılarıyla sarhoş olmuşlardı.

Ne var ki birlikte yaşamak öyle yukarıdan birilerinin bahşedeceği bir lütuf değil, birlikte yaşayan halkların birlikte üretmeleri gereken bir uygarlıktı.

Nitekim böyle olmadığı içindir ki, Meşrutiyet'in ilanından ve bu birlik coşkusundan birkaç ay sonra Osmanlı'nın en acı katliamlarından biri yaşandı ve 31 Mart Vakası'yla birlikte Adana'da otuz bini aşkın Ermeni, komşu mahalle insanlarınca katledildi.

"Onlar denedi ama başaramadılar o halde biz de başaramayız" yenilgisine düşmemenin bir tek yolu var... Denemek, denemek, sürekli denemek. Unutmamalıyız ki birlikte yaşam denilen o cennetsi ütopya bugün henüz dünyanın hiçbir yerinde gerçekleşmiş değil.

İmrenilesi çabalar var ama daha fazlası gerekiyor. Birlikte yaşamak ısmarlama bir bulgu değil, ciddi bir emek ve hatta bedel gerektiriyor. O emek dökülmeden bedeli ödenmeden gerçek bir birlikteliğe asla ulaşılamayacak.

Ödenecek bedelin ağırlığı ise denenmiş ama başarılamamış tecrübelerden alınacak derslerle doğru orantılı.

Türkiyeliler olarak en büyük sıkıntımız bu: Tarihle hesaplaşamamak.

Bunu beceremediğimiz için de aynı yaşanmışlıkları neredeyse bütünüyle tekrar yaşıyoruz ve her seferinde de aynı yenilgileri tadıyoruz.

ÖDP'nin 'bir arada yaşamı savunalım' çağrısına tüm kesimlerin sahip çıkması için bu çağrının siyasi bir parti faaliyeti olmaktan çıkıp, toplumun tüm kesimlerinin ortak talebi haline dönüşmesi gerekiyor. ÖDP buna zaten hazır ve o her zaman olduğu gibi bu konuda da siyasi parti gibi davranmaktan ziyade sivil toplum hareketi gibi duruş sergiliyor.

Tek sorun bu kesimlere en yaygın ve derin bir şekilde nasıl ulaşılacak ve onlar da sorumluluğa nasıl ortak edilecek?

Bunun için misyoner titizliği ve ısrarıyla çalışmak ve hemen her kesime ulaşmak şart.

Kendi adıma, ÖDP'nin başlattığı 'birlikte yaşamı savunma' hareketine yürekten katılıyorum. İnandığım bu kampanyanın Türkiye'nin tüm kesimlerine ulaşması için elimden geleni yapmaya hazırım.

Bu ülkede yaşayan tüm farklılıklar bu çağrının elbette muhatabı olmalı, özellikle de sadece Kürtler olmamalı.

Ancak izninizle diğer kesimlere laf anlatmayı becerebilenlere bırakıp, haftaya bu sütunlardan özellikle Kürt kardeşlerime sesleneceğim.

Niye ki diğer kesimlerden bir bölüm insanlar -ki bunlara Türkler ve Ermeniler de dahil- dediklerimi tersinden okumaya zaten şartlanmış durumdalar. Umarım Kürtler doğru okurlar. Öyle olacağını da sanıyorum.

Ne de olsa ben onların halinden anlarım, onlar da benim halimden.

Agos, 19 Mayıs 2006

Fransalı Ermenilerin ileri gelenlerinden bazılarıyla sert görüşmelerimiz oldu geçen hafta. Liberation gazetesine sekiz arkadaşla birlikte gönderdiğimiz bildiri canlarını bir hayli sıkmıştı belli ki.

"Öldürücü bir darbe" olarak nitelendiriyorlardı bildirimizin içeriğini.

"Türkiye'nin ticari ya da siyasi baskılarla yaratamayacağı bir parçalanma yarattı sizin bildiriniz. Eğer bu yasa çıkmazsa bilin ki sizin payınız büyük olacak!" diyordu onlardan biri.

Siz bu satırları okuduğunuzda umarım bu yasa çıkmamıştır ve hiçbir zaman da çıkmaz. Ermeni dünyası da kendi üzerinden oynanan yanlış bir siyasetin kurbanı olmaz.

Çünkü eğer bu yasa çıkarsa şu çok açık olacak ki bugün ortaya koydukları inkârcı duruşla haksız bir noktada olanlar, bu ve benzeri yasaların engellemesiyle ifade özgürlüklerini kullanamadıkları için önce mağdur daha sonra da bu mağduriyetin getirdiği bir haklılığa yükseltilmiş olacaklar.

Kuşkusuz şu anki sert duruşu sergileyen ve ifade özgürlüğü gibi kutsal bir hakkı dahi kısıtlamayı göze alan Ermenilerin ruh halini de anlamak gerekiyor.

Bir tarafta Yahudilere uygulanmış büyük soykırımın inkârını engelleyen yasalar mevcutken, bu yasaların varlığını içine sindirmiş ve hiç de bu yasaların varlığını ifade özgürlüğü açısından sorgulamayan bir genel kabul varken, niçin aynı anlayışın ve algılamanın Ermenilerin yaşadığı felakete de gösterilmediğini çok haklı olarak sorguluyorlar.

Bu çifte standarda isyan ediyorlar.

Çifte standart içinde olmadığımı belirtmek için şunu bir kez daha açıklıkla ifade edeyim ki ifade özgürlüğü, tüm özgürlüklerin, insan haklarının ve evrensel ilkelerin anasıdır, o olmadan diğerlerinin zaten hiç bir anlamı olmaz. Dolayısıyla Holokost da dahil hiçbir insanlık suçuna karşı mücadelenin ifade özgürlüğünü kısıtlayan tedbirlere ihtiyacı olması gerektiğini düşünmüyorum.

Bu kısıtlamaların engelleyici bir yöntem olmadığı da çok açık.

Engelleseydi eğer bugün Almanya'da yeni Neo Naziler ortaya çıkmazdı.

Her şey ortada işte, bu yasalar Holokost mağduru Yahudileri belki inkârcı söylemler karşısında korudu ama ne yazık ki diğer 'ötekiler'e karşı ırkçı zihniyetin yeşermesini engelleyemedi. Ne yapacağız şimdi, ötekileri de korumak için onların da kırılmalarını bekleyip, ardından bir de onlar için mi ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasa çıkaracağız?

Hayır hayır, soykırımlara karşı mücadelenin yolu insanların ifade özgürlüğünü kısıtlamaktan geçmemeli.

Aksine insan beynindeki düşünceleri boşalttıkça ancak yeni düşüncelere yer açılır.

İnsan konuştukça ancak, değişir.

Fransalı Ermenilere şunları söyledim:

"Şu son bir kaç yıl içinde inkârcı söylemleri ilk kez kulağınızın dibinde duydunuz. İnkârcı yürüyüşleri ilk kez sokaklarınızda gördünüz. İnkârcı söylemlerle ilk kez bu kadar yakından haşır neşir oldunuz ve buna tahammül edemediniz. Oysa biz Türkiye Ermenileri yıllardır bu söylemlerin muhatabıyız. Bırakın inkârcı söylemlerle yaşıyor olmamızı, okullarımızda dahi bu söylemleri kendi çocuklarımızın beynine dikte etmeye başladılar.

Peki biz nasıl dayanıyoruz? Yoksa biz, sizler kadar hassas değil miyiz? Yoksa sizler kadar Ermeni değil miyiz?

Ama biz sonunda şunu öğrendik ki susmak tabuysa, konuşmak demokrasidir.

Biz sonunda öğrendik ki, her yanlış söylem kendi sorusunu da birlikte taşır.

Öyle ki, insanlar inkâr ede ede ikrarı da öğrenir."

Çok doğal ki bu yasanın arkasında olan kesimlerin bu söylediklerimizden etkilenmeleri şu aşamada mümkün değil.

Dilemem ama onlar asıl sıkıntıyı yasanın kabul edilmesinden sonra yaşayacaklar.

O zaman belki bu dediklerimizi anımsarlar. Umarım iş işten geçmez.

Agos, 30 Aralık 2005

Düşünce ve ifade özgürlüğü için bıkmadan mücadele veren Şanar Yurdatapan'ın düzenlediği bir etkinlikti. Yurtdışından Orhan Pamuk'a destek vermek için gelen yazarlar, aydınlar ve basın mensuplarıyla, yargılanan ya da hüküm giymiş olan biz Türkiyeli mağdurları tanıştıracaktı.

Hani mahkeme salonunda dinleyiciler ile onların karşısına sıralanmış suçlular olur ya, onları bizim karşımıza, bizleri de onların karşısına sıraladı.

Toplantı boyunca hep çocukluğumdan kalan o bilmecemsi tekerlemeyi anımsadım: Biz biz idik, otuz iki kişiydik, ezildik büzüldük bir kenarda dizildik.

Hiç ısınamadım o günkü ortama. Hatta itiraf edeyim ki o an kendimi 12 Eylül'den henüz çıkmış gibi hissettim.

Son aylarda ifade özgürlüğümüze karşı açılan davaların yoğunluğuna bakılırsa, hakikaten insanın tekrar bir 12 Eylül sendromu yaşaması hiç şaşırtıcı değil.

Oysa durum hiç de kötü gitmiyor gibiydi.

Türkiye'de hemen hemen üzerinde konuşulmamış hiçbir konu kalmamıştı.

En konuşulmamış olan Ermeni sorunu bile nihayet gündeme girmişti.

Düşünce suçlularının sayısı giderek azalıyordu. Köşe yazarları hemen her gün diledikleri gibi yazıyorlar, televizyonlarda isteyen istediği gibi konuşuyordu.

Öyle ki Kürtlerin ayrılma hakkından bahseden de, "Ermeni Soykırımı olmuştur" diyen de kendi görüşlerini dile getirebiliyor, bundan da kıyamet kopmuyordu.

Peki ne oldu da yeniden Demokles'in kılıcı sallanmaya başlandı? Tüm bu olan bitenler sadece yeni Türk Ceza Kanunu'nun bazı maddelerinin getirmiş olduğu bir olumsuzluk mu, yoksa daha derin bir yerlerde geliştirilen ve şimdilik yargı üzerinden yürütülen daha tehlikeli ve uzun soluklu bir politikanın ilk yansımaları mı?

Kendi adıma ikinci seçeneğin daha izah edici olduğunu düşünüyorum.

Özellikle Avrupa Birliği karşıtlığının, 17 Aralık ve 3 Ekim süreçlerinin aşılmasından sonra, en derin kozlarını uygulamaya geçirdiği çok açık.

301'in kendisi bir önceki Ceza Yasası'nda 159 olarak tabi ki vardı, üstelik de bugünkü halinden daha kısıtlayıcıydı. 301'i allayacak pullayacak değilim ama teslim etmek gerekir ki dördüncü fıkrası var ve eleştiri hakkına gönderme yapıyor. Eğer işletilirse sanığın lehine pekâlâ sonuç getirebilecek. Ancak ifade özgürlüğünü engelleyici maddelerin bir öncekinden daha iyi olmasını tespit etmek onun varlığını ya da ehven-i şerliğini kabul etmemiz anlamına da gelmemeli.

Nitekim önceki 159'un varlığı daha kötüydü ama son zamanlardaki kullanımı da bu kadar yaygın değildi!

Demek ki temel sorun böyle bir maddenin iyiliği ya da kötülüğünden ziyade varlığı ya da yokluğuyla ilgili.

Önemli olan ne zaman ve kimin için işletileceği belli olmayan ifade özgürlüğümüzü kısıtlayıcı maddelerin bütünüyle ortadan kalkması.

Devlet niçin bu tür maddelere gereksinim duyar? Niçin eski ceza kanunun kapısından çıkarır da yenisinin penceresinden içeri sokar?

İşte sorgulamamız gereken temel sorun bu.

Düşünce özgürlüğü ile ifade özgürlüğünü çoğunlukla birlikte kullanır, düşünce özgürlüğümüzün sınırsız, ifade özgürlüğümüzün sınırlı olduğunu sanırız.

Öyle ya, kafamızın içi bize ait ve biz en aşırı ve uçuk düşüncelerimizi ifade etmedikçe kime ne zararı var ki? Var mı bu konuda düşünebilmemize set çekebilen, engelleyen?

Yok sanırız...

Oysa var, asıl sorun da zaten orada.

İfadenin değil, düşünebilmenin engellenmesinde.

Bakmayın siz bunların Atatürkçülüğüne.

Atatürk'ün "İrfanı hür, vicdanı hür çocuklar yetiştireceğiz" sözünü şiar edinmiş görüştüklerine.

Çocuk yaşımızdan itibaren düşünce gelişimimizi bloke etmek ve kendi istedikleri gibi biçimlendirmek için ellerinden geleni artlarına koymazlar. 'Türk-İslam sentezi' dedikleri tek tip yurttaş biçimini yaratmak için zorlar dururlar.

Allah için, bunu büyük çoğunlukla da başarırlar.

O düşüncesi biçimlenmiş olanların tabi ki ifade özgürlüğü açısından hiç bir sorunu olamaz.

Onlara ne yasa gerekir ne tasa. İstedikleri lafı söyleyebilir, yazabilir hatta bununla yetinmezlerse el-ayak, tekme-tokat yetmedi domates-yumurta kullanarak da kendilerini ifade edebilirler.

Bunların nezdinde özgürlüğün sınırı belli.

Az düşünmeye çok ifade... Çok düşünmeye az ifade.

Agos, 5 Kasım 2005

Tarihin yazılmış sayfaları yaşanmışlıklara, beyaz sayfaları ise yaşanacaklara tekabül eder.

Türk-Ermeni ilişkileri açısından da işte, asırlardan gelen ve asırlara gidecek olan ortak yazgımız bir kez daha önümüzde.

Atalarımız geçmişte kendilerine düşen sayfaları iyi-kötü doldurdular.

Asıl sorun bugün bizim bu beyaz sayfaları nasıl dolduracağımız.

Geçmişte yaşanan büyük felaketin sorumluları gibi mi davranacağız, yoksa o yanlışlardan ders alarak yeni sayfaları bu kez uygar insana yakışır bir şekilde mi yazacağız?

Bu, önümüze konmuş en büyük sorumluluk.

Bu sorumluluğun gereğini yerine getirmekten kaçınanlar ya da hâlâ kötü ve acı yaşanacaklarla doldurmak isteyenler, aslında geçmişte yaşanan o acıların sorumlularından hiç de aşağı kalmayanlardır.

Biz, sorumluluk hissedenler ise onlara izin vermemeli ve bu sayfaların aynı şekilde yazılmasını onların tekeline bırakmamalıyız.

Agos, 31 Mayıs 2005

Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde en önemli engel olarak görülen tarih tartışmaları, bugünden yarına iki ülkenin üzerinde uzlaşı sağlayarak altından kalkabilecekleri bir sorun olmaktan şimdilik uzak gözüküyor. Bu da çok doğal çünkü karşılıklı algılamalar ve söylemler kilitlenmiş durumda. Üstelik tarihin asıl sahipleri devletler de değil... Halklar. O nedenle, Türkiye ile Ermenistan devletlerinin tarihi çözmesi, Türklerin ve Ermenilerin de çözdüğü anlamına gelmiyor.

Sonuçta, tarih konusunda devletler siyasal bir uzlaşıya varsalar da, halklar arasındaki uzlaşı öyle siyasal kararlarla kolay kolay gerçekleşmiyor, zaman içinde üretilecek moral ve etik ilişkilere ihtiyaç duyuluyor. Halklar arasında var olan buz dağları ancak kurulacak ilişkilerin sıcaklığıyla eriyebiliyor. Dolayısıyla 'tarihin çözülmesi' aslında gerçek bir kavram ve problem de değil. Tarihin çözülecek bir yanı zaten yok... Sadece anlaşılacak bir yanı var. Anlama ise, zamana yayılmış bir öğrenme, bilgilenme ve idrak süreci gerektiriyor. Günübirlik devlet kararlarıyla asla sağlanamıyor.

Şu gerçeği bir kez daha özetlemekte yarar var: Türkiye'nin bugün önündeki problem ne 'inkâr' ne de 'ikrar' sorunudur. Türkiye'nin temel sorunu 'idrak'tır. İdrak sürecinde ise Türkiye'nin ciddi bir şekilde alternatif tarih etüdüne ve bunun için de demokratik bir ortama ihtiyacı var. İdrak sürecini yaşamakta olan bir toplumun bireylerine içeriden inkârı, dışarıdan da ikrarı siyasal baskılarla ya da yasalarla dayatmak haksızlıktır. Böylesi bir yöntem idrak sürecine indirilecek en büyük darbedir. İdrak edilmemiş bir inkârın veya ikrarın hiç kimseye yararı da yoktur. Bu idrak sürecinin farkında olmayan veya görmezden gelenlerin iç ya da dış dayatmaları, süreci kısaltacağı yerde uzatmaktadır.

Şu yaşanılan süreçte Türkiye'den tarihsel gerçekliği kabul etmesini bekleyenlerin, ya da reddetmesini dayatanların, Türk toplumunun güncel gerçekliğini iyi okuyabildikleri söylenemez. Sonuçta, toplum gerçeği biliyor da inkâr ediyor değil, bildiği gerçeği savunuyor. Bu toplum daha dünkü 'Susurluk Vakası'nı, toprak altından çıkan 'Hizbullah cesetleri'ni hukuk dilinde tanımlamakta, adlandırmakta ve arkasını getirmekte zorlanırken, 90 yıl önceki bir tarihi nasıl sancı çekmeden algılayabilecek ve adlandırabilecek? Üstelik de yıllarca bu denli karşı bilgi bombardımanına tutulmuşken.

Evet, tarih ve güncel siyaset arasındaki karmaşık ilişki işte yine karşımızda. Cümlemiz bir kilitlenmenin varlığını kabul ediyoruz. Ancak şu var ki, bugün Türk-Ermeni ilişkilerine baktığımızda, neyin kilit neyin anahtar olduğunu da karıştırmış durumdayız. "Gel önce tarihi çözelim sonra ilişkiye geçelim" diyenlerle, "Gel ilişki kuralım tarihin çözümünü ilişkinin akışına bırakalım" diyenler karşılıklı olarak inatlaşmış durumda. Birine göre siyaset kilit, tarih anahtar... Diğerine göre tarih kilit, siyaset anahtar. Bendeniz siyasetin anahtar olduğuna inananlardanım. Tarihin kilidini açmak ve aşmak için siyaset üretmek ise hepimizin temel görevi.

Birgün, 15 Ekim 2005

[...] Felsefede önemli bir tanım var: Canlı ile canlı varlık alanı arasındaki ilişki yaşamın bizatihi ta kendisidir... Ve yaşam, bunun adıdır. Bu bütün canlılar için böyledir– bitkiler için de, hayvanlar için de, insanlar için de. Canlı kendi canlı varlık alanıyla vardır, onun dışında yoktur. Onu oradan alıp bir yerlere altın tepside de taşısanız, siz onun varlık alanıyla ilişkisini kesiyor, onun kökünü kesiyorsunuz demektir. Bunun adı budur. Evet, tehcir böyle bir şey... Bu baktığınız ve anlatmaya çalıştığınız, böyle bir şey... 4 bin yıldan beri bu topraklarda yaşayan, bu topraklarda kültür, uygarlık üreten insanlar yaşadıkları topraklardan şu ya da bu sebeplerden ötürü koparıldılar ve dünyanın dört bir yanına savruldular. Ölenler, kalanlar ve savrulanlar…

Şimdi bu halkın bugüne akan kuşaklarının ruh halini ve 90 yıllık kimliğinin cümlesini eğer bu olay, kökten kesiliş dolduruyorsa, bunu yok sayamazsınız. “Ama bunun adı şu olsun, bu olmasın” diyemezsiniz. Bu algılanmıştır, içselleştirilmiştir artık ve genetik koda işlemiştir. Bunun adı nedir? Doğrusu, hukuk uğraşsın artık. Adı bizim için önemli değil, ama bizim yaşadığımız bu.

***

[...] Bu konferans benim için çok önemli. Türkiye’de yaşıyorum, Türkiyeli bir Ermeni’yim. Bu konferansı böylece iki türlü algılıyorum. Bir tanesi şu: Türkiye’nin gerçek anlamda demokratikleşme sürecinin bir parçası sayıyorum. Türkiye bu konferansla önemli bir eşik atlamıştır. İkincisinde ise, Ermeni dünyasının ruh haliyle ilgiliyim. Onların bu konferans hakkında neler düşündüğünü de önemli buluyorum. Türkleri bıraktıkları noktada algılayan, halen 1915’te algılayan bir Diaspora var; “Türkiye değişmez, Türkler değişmez, onlar bunu kabul etmez, onlar laf anlamaz, onlarda vicdan yok” düşüncesindeler. İşte bu konferansın yapılması onları “Türkiye’de neler oluyor?” bağlamında olumlu yönde şaşkına çevirecektir. İşte bu iki açı benim için çok önemli. Bu iki açıda da kazanımlar elde etmek istiyorum.

Türkiye demokratikleşmedikçe Ermeniler iyileşemeyecekler. Bu çok net. Bunlar ikiz ruhlar gibiler. Biri bir masada operasyon geçirirken öbürü de diğer tarafta onun için acı çekiyor. Bu halde hissediyorlar işte... Ben de bu yüzden “Ermenilerle Türkler birbirleriyle ilişkileri açısından sürekli iki klinik vakadırlar” derim. Biri paranoyasıyla, öbürü travmasıyla. Bu, doğru bir tespittir.

***

Peki, ne olmalı, çözümün ipucu ne? Zor soru bu... Dün bir hanımefendi konuşmasına benim alkışlayarak protesto ettiğim bir cümleyle başladı. “İnsanların öldüğünden bahsediyorsunuz ama Osmanlı’nın kaybettiği topraklardan bahsetmiyorsunuz” dedi. İnsan ve toprak kaybını özdeşleştiren bir anlayışı ortaya koydu. Evet, burada yapacak bir şey yok ama bir şeyi iyi anlamak lazım. Biraz önce size anlattığım o ‘soykırımdan’, hadi o kelimeyi kullanmamış olayım, o olan bitenden ne anlıyorsak, ne algılıyorsak,
size anlattım: Kökünden koparılmak. Çünkü bu kök öyle bir kök ki o toprakların dibine kadar iner, göğün üstüne kadar çıkar. Burada 4 bin yıldan beri yaşadığı topraklardan koparılan insanların Türkiye’ye bakışından bahsediyoruz. Bir öyküyle bitireyim; hatta öykü değil, bizzat yaşanmışlık, bizzat ben yaşadım. Her yerde de tekrarlıyorum…

***

Sivas’ın bir kazasından yaşlı bir bey telefonla aradı. Dedi ki, “Oğul, aradık, seni bulduk. Burada bir yaşlı kadın var, herhalde sizden. Kadın Allah’ın rahmetine kavuştu. Yakınını falan bulursan gönder, gelip alsınlar ya da biz burada namazımızı kılıp gömelim.”

“Peki amca, ararım” dedim. Verdi adını soyadını; Beatris Hanım diye biriydi, 70 yaşında. Fransa’dan oraya tatile gitmiş.

Aradım, 10 dakika içinde buldum yakınlarını... Sonuçta biz birbirimizi biliriz, çok azız çünkü.

Gittim dükkânlarına, sordum: “Böyle birini tanır mısınız?” Dükkândaki orta yaşlı kadın döndü, “O benim anam” dedi. Sordum: “Annen nerede?” Fransa’da yaşadığını, senede 3-4 kere Türkiye’ye geldiğini, ama İstanbul’a ya uğradığını ya uğramadığını, doğrudan, terk ettiği köyüne gittiğini anlattı. Anlattım kızına durumu. O da kalktı gitti. Ertesi gün telefon açtı. Bulmuş ve tespit etmişti anası olduğunu, ama ağladı birden. Ağlamamasını istedim, naaşı getirip getirmeyeceğini sordum. “Abi” dedi, “ben getirecem ama burada bir amca var, bişeyler diyor” dedi ve telefonu ağlayarak amcaya verdi. Kızdım amcaya, “Neden ağlatıyosun kızı?” dedim. “Oğlum” dedi, “bir şey demedim... Kızım! Anandır, malındır, ama bana sorarsan bırak kalsın, burada gömülsün... Su çatlağını buldu, dedim.”

Ben işte o anda döküldüm. Anadolu insanının ürettiği bu deyişten, bu algılamadan döküldüm. Evet, su çatlağını bulmuştu…

Doğrudur hanımefendi, Ermenilerin hakikaten bu ülkede, bu topraklarda gözü var. O zaman yazdığımı şimdi size de tekrarlayayım. O sıralarda Sayın Cumhurbaşkanı Demirel “Ermenilere üç çakıl taşı bile vermeyiz” diyordu. Ben de bu kadının öyküsünü yazmıştım ve demiştim ki:

“Evet, biz Ermenilerin bu topraklarda gözü var, çünkü kökümüz burada, ama merak etmeyin; bu toprakları alıp gitmek için değil, bu toprakların gelip dibine girmek için...”


[*] 24-25 Eylül 2005 tarihlerinde Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları” başlıklı konferansta, 25 Eylül Pazar günü, Hrant Dink tarafından sunulan gayri-akademik tebliğin kısaltılmış metni.