Agos, 11 Ekim 1996

Barış dendi mi fırlarım hiç düşünmeden, “ben varım” derim önkoşulsuz. Ben atıldıkça etraf-tarafım önüme dikilir. “Dur yahu sakin ol biraz, ne zıplıyorsun öyle hemen, bakalım bunun ardında neler var. Sana bulaşan eden var mı? Sen kendi işine bak. Bak bu tür “barış barış” diyenleri günün birinde punduna getirip bir şekliyle halletmiyorlar mı? İşte 12 Eylül’ün Barış Derneği davası, işte 12 Eylül’ün Aydınlar Dilekçesi. Senin neyine gerek?”

Bir an duraklıyor insan, “doğru yahu, hakikaten de öyle olmuyor mu?” diyor kendi kendine. İşte bu bir anlık bocalama savaş kışkırtıcılarının en büyük silahı aslında...

Ve Barış’ın önündeki en ciddi engel...

***

Bir diğer engel de erdemli kavramların artık haddinden fazla “gevelenen kavramlar” haline dönüşmüş olması.

Gelin düz mantığımızda tartalım biraz.

Adam “sevgi, sevgi” diye tekrarlıyor olur olmaz her yerde. Ana avrat küfür edecek karşısındakine, sıkıyor kendini, “saygı” diyor, “saygı duyuyorum” diyor kavramın içine ederek.

İyi de... Sık kullanmak içeriğini doldurmuyor ki. Sıradanlaştırıyor, anlamsızlaştırıyor ve bayağılaştırıyor bu asil kavramları.

“Hoşgörü” dedikleri şey meselâ... Ne de bol kullanılıyor şu sıralar.

“Barış” da öyle... Bol keseden bozuk para gibi harcanan kavramlardan biri de o.

***

Bu kavramlar daha çok uzar lâkin... Durun az biraz.

Fırlama anımdayım şimdi... Az ötede insanlar barış için imza istiyorlar yine. Ben durur muyum şimdi.

İmzamı atayım önce... Siz sonra uyarın beni.

“Ortada bunca silah dolaşırken, bir imza ile ben nasıl barış sağlarım?” diye kendi kendime sormuyorum da değil hani. Ama ne yapayım huyum kurumasın işte. 

Barış’a ne zaman kanmadım ki?

***

Bakın neler diyor hınzırlar beni kandırmak için.

“Barış istiyoruz! Çevremizdekilerle; eşimizle, komşumuzla, iş arkadaşlarımızla konuşuyoruz: Kimse savaş istemiyor. Ama, yalnızlık duygusundan kurtulamıyoruz. Her birimiz barışı farklı nedenlerle istiyor. Hepimizin canı başka yerinden yanıyor. Savaş isteyenlerin hepsi aynı dili konuşuyor. Savaş isteyenler güçlü. Savaş, barış isteyenlerin çaresizliğinin üstünde yükseliyor.

Her sabah, bütün yüküyle üstümüze çöküyor. Savaşın orta yerinde değilsek, haberleri izliyoruz. Savaşın orta yerindeysek, savaşa sürükleniyoruz. Bu savaşa biz karar vermedik. Ama, Barış’a karar verebiliriz.

Barışı’ı unuttuk. Oysa hayat, hâlâ Barış’ı düşündüğümüzde gülümsüyor bize. Barış’ı gün günden daha az hatırlıyoruz. Belki eski bir dostun yüzü gibi belleklerimizden silindikçe kendi hayatlarımız da küsüyor bize. Savaşı iyi tanıyoruz: Yerinden yurdundan edilen insanlar, açlık, umutsuzluk, ölüm.

Unuttuğumuz Barışı düşleyebiliriz. Düşleyebilmek, en büyük gücümüz. Biz düşledikçe Barış canlanacak, soluk almaya başlayacak. Önce bir sussun silahlar. Ölüm sussun. Hayat konuşsun.

Biz, hala hayatın mucizesine inananlar, hayatla aramıza savaş sokmayalım. Kim olursak olalım, inançlarımız, görüşlerimiz ne olursa olsun, hayatlarımız savaşa neresinden bulaşmış olursa olsun, aynı yalın, berrak talebin altına birlikte imza atabiliriz. Biz, Barış isteyenler, birbirimizden uzak durdukça, Barış daha uzağa kaçıyor. Bu sefer milyonlar bir araya gelelim. Bu Barış, bizim Barış’ımız olsun.

Barış isteyenler, gelin Barış için barışalım. Barış için bir milyon imzamız olsun. Barış’a birer imza verelim.”

***

Verdim gitti be...

Savaşın ölümü imzamdan, benimki de Barış’tan olsun!