BirGün, 1 Kasım 2004

Türkiyeliyim... Ermeniyim... İliklerime kadar da Anadoluluyum. Bir gün dahi olsa, ülkemi terk edip, geleceğimi 'Batı' denilen o hazır özgürlükler cennetinde kurmayı, başkalarının bedeller ödeyerek yarattıkları demokrasilere, sülük misali yamanmayı düşünmedim.

Kendi ülkemi de o türden özgürlükler cennetine dönüştürmek ise temel kaygım oldu. Ülkem Sivas için ağlarken, ağladım. Halkım çeteleriyle boğuşurken, boğuştum. Kendi kaderimi ülkemin özgürlüğünü yaratma süreciyle eşledim. Şu anda yaşayabildiğim ya da yaşayamadığım haklara da bedavadan konmadım, bedelini ödedim, hâlâ da ödüyorum. Ama artık...

Birilerinin "bizim Ermenilerimiz" pohpohlamalarından da, "içimizdeki hainler" kışkırtmasından da bıktım. Normal ya da sıradan yurttaş olduğumu unutturan dışlanmışlıktan da, boğarcasına kucaklanılmaktan da usandım...

***

Ne 24 Nisan'larda yürüyebildim, ne de atalarımın anısına anıtlar dikebildim. Ama ne onları o günlerde bıraktım, ne de bugünlerde taşlaştırdım. 'Onları yaşamımda yaşamayı' sırtladım... Gücümün yettiğince de yaşatarak taşıdım. Bu taşımama sekte vurmaya 'ne?' ya da 'kim?' yeltendiyse onlarla amansızca boğuştum.

Tabi ki atalarımın başına gelenleri biliyorum. Buna kimileri "katliam", kimileri "soykırım", kimileri "tehcir", kimileri de "trajedi" diyor. Atalarım Anadolu diliyle "kıyım" derdi... Ben ise "yıkım" diyorum. Ve biliyorum ki eğer bu yıkımlar olmasaydı, bugün benim ülkem çok daha yaşanılır, çok da imrenilir olurdu.

Yıkıma sebep olanlara da, maşa olanlara da lanetim bundandır. Lakin lanetim geçmişedir. Elbette tarihte olan biten her şeyi öğrenmek istiyorum ama o nefret, ne menem bir rezillikse o... Onu tarihteki karanlık inine bırakıyor, "Olduğu yerde kalsın, onu tanımak istemiyorum" diyorum.

***

Benim geçmiş tarihimin ya da bugünkü sorunlarımın, Avrupa'da, Amerika'da, sermaye yapılması zoruma gidiyor. Bu öpmelerin ardında bir taciz, bir tecavüz seziyorum. Geleceğimi geçmişimin içinde boğmaya çabalayan emperyalizmin, alçak hakemliğini, kabul etmiyorum artık.

O hakemler geçmiş çağlarda arenalarda köle gladyatörleri birbiriyle vuruşturan, onların vuruşmasını büyük bir iştahla seyreden, sonunda da kazanana, yaralının işini bitirmesi için başparmaklarıyla işaret veren diktatörlerin ta kendileridir. Bunun için de, bu çağda, ne bir parlamentonun hakemliğe soyunmasını kabul ediyorum, ne de bir devletin.

Gerçek hakem, halklar ve onların vicdanlarıdır. Benim vicdanımda ise hiçbir devlet erkinin vicdanı, hiçbir halkın vicdanı ile boy ölçüşemez. Benim tek isteğim canım Türkiyeli arkadaşlarımla ortak geçmişimi alabildiğine etraflıca ve de o tarihten hiç de husumet çıkarmamacasına özgürce konuşabilmek.

Bunu bir gün tüm Türklerle Ermenilerin de kendi aralarında konuşabileceklerine yürekten inanıyorum. Özellikle de Türkiye ile Ermenistan'ın kendi aralarında da her bir şeyi rahatlıkla konuşabilecekleri ve düzeltebilecekleri ve onlar konuşurken, benim ilgisiz üçüncülere dönüp, "Size de artık üç nokta düşer" diyeceğim günleri iple çekiyorum.

***

Dünya Ermenileri 1915'in 90. yılını anmaya hazırlanıyor. Ansınlar... Haklarıdır.

Yukarıdaki satırlar da bendenizin ruh halidir...

Arz ederim.

Agos, 4 Haziran 2004

Batı, çokkültürlülükle gerçek anlamda henüz yeni tanışıyor. Çeşnilikte en farklı kültürlere sahip Amerika’nın geçmişi dahi sadece iki asırlık.

Avrupa ise ‘öteki ile birlikte yaşama’yı deyim yerindeyse laboratuvarda deney yapa yapa üretiyor.

Köklü bir çokkültürlü yaşam geleneği olmadığı için de bizim için sıradan(!) sayılan türban gibi bir konuda apışıp kalıyor, ne yapacağını şaşırıyor.

Fransa tipik bir örnek. Dinî simgelerin okullarda kullanılmamasına yönelik yasanın kabulünde yaşanan sancı halen kıvrandırıyor.

Ama adamlara bir diyecek yok çünkü tecrübeleri olmasa da tekkültürlülükten çokkültürlülüğe, teklikten birliğe doğru iyi niyetle gün geçtikçe daha iyisini beceriyorlar.

Bizde ise tecrübe var, lakin niyet yok.

***

Çokkültürlülük kavramına antipati duyan çevrelerimiz hayli kaygılı. En büyük kaygıları da, ön plana çıkmaları halinde farklılıkların giderek fıkralaşması ve birliğimizin, bütünlüğümüzün bozulması.

Birliğimizle, bütünlüğümüzle örtülmeye çalışılan ise aslında tekliğimiz.

Hani “Ne mozaiği lan, mermer” deyişi vardı ya... İşte o.

Böyle olmasına rağmen. “Bizde çok kültürlülük zaten var, yenisine ne gerek var ki” tavrından da bir gıdım taviz verdiğimiz yok.

***

Rivayete göre bir zamanlar bir arada yaşama muhabbetimiz o denli güçlüymüş ki farklılıklarımızı fıkralaştırır, birbirimizle oynaşırmışız.

Yan yana geldik mi bir Türk, bir Kürt, bir Ermeni, bir Yahudi, bir Rum, gayrı tutmayın bizi gitsin.

“Kürt, Türk bir de Ermeni üç arkadaş yolda gidiyorlarmış...” diye başlarmışız birbirimizi ‘ti’ye alacak denli atışmaya, sevişmeye. Hey gidi günler hey... Farklılığımıza
kızacağımıza, farklılığımızla eğlenirmişiz.

Farklılığı eğlenceye dönüştürmek... İnsanoğlunun uygarlaşmasının gerçek göstergesi belki de bu.

***

Ama sonra... Gün gelmiş, birbirimizden korkmuş, fıkralarımızı dahi anlatamaz olmuşuz.

‘Tek’lik adına birçok zenginliğimizi yitirdiğimiz gibi neşemizi de kaybetmişiz.

Tekrar o günlerimizi yakalayabilir miyiz?

Yakalamak için nereden başlamalıyız?

‘Siyaset, politika’ gibi ürkütücü lafları bıraksak da eğitimden mi başlasak yoksa?

Farklılıklarımızı hiç çıkmamacasına belleğimize kazıyacak ders üniteleri, araştırma konuları mı koysak ders kitaplarımıza?

Belki de en iyisi alfabeden başlamak.

“Ali topu Veli’ye at”ın yanına bir de “Ali topu Hagop’a at”ı eklemek.

***

Beyoğlu gazetesinin azınlıkları buluşturan bir toplantısında da sormuştum bu soruları, orada da yinelemiştim önerilerimi.

Apoyevmatini gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Mihail Vasiliadis dostum, espriyle takıldı bu “Ali Topu Hagop’a at” sloganına.

“Vallahi başına iş açacak laf ediyorsun” diyerek esprisini patlattı.

“'Ali topu at' diyorsun ama ya bu topu Ali bir başka top anlar da askere gittiğinde topu ele geçirdiğinde Hagop’a nişanlarsa ne olacak? 'Bana ilkokulda böyle öğrettiler' demez mi?” Gülüştük bir iyice.

***

İçimden “İşte bu” diyordum “işte bu.”

Bir farklının diğerine endeksli travmatik ya da paranoyak ruh halinin hangi boyutlarda gezinebileceğini gösterse de, yakalamamız gereken birliktelik işte bu.

Farklılıklarımızı fıkralaştırmak...

BirGün, 25 Mayıs 2004

Güldal Kızıldemir'in Cuma günkü 'Mayın Çocukları' başlıklı yazısı aldı götürdü beni çocuklarımızın dünyasına. "Çocuk dediğin oyun oynarken salıncaktan düşer dizini kanatır, ağaçtan düşer kolunu kırar, bilemedin damdan düşer bacağını kırar. Oynarken mayına basıp patlayan çocuk olur mu hiç?" diye soruyor, patlayan mayınla havaya uçan çocukları anlatıyordu Kızıldemir.

Mayın tarlalarımız... Çirkin uygarlığımızın çocuk mezarlıkları.

Okuduğumu bir satırda geçiştirmemek, yüreğimin 'cız'ını günlük yaşantımın patırtısında boğmamak için olsa gerek, çocukların dünyasına daldım gün boyu. Ayrıntılarla oynaştım anlamsızca. Mesela size garip gelecek ama mayının patladığı anda, çocukların oynadığı oyunun ne olabileceğini merak ettim gün boyu. Ne oynuyorlardı dersiniz... gelane mi, hablo mu, holane mi?

Bir zamanların Silopi Ermeni Aşireti'nden olan eşim Rakel anlatır... Silopili çocukların oynadığı oyunun adıymış 'gelane'... "Dikili" demekmiş Kürtçede.

Sivri uzun taşları dikerlermiş yan yana sırayla. Belli mesafeden de yuvarlak bir taş yuvarlar, dikili taşları devirmeye çalışırlarmış. Bir atışta çok deviren kazanırmış. 'Bowling'in taşlı versiyonu anlayacağınız... Silopi 'bowling'i.

Gece ay ışığında oynadıkları bir oyunmuş 'hablo'. Çocuklar iki gruba ayrılırlar. Ebe, bir kilo ağırlığında seçilmiş bir taşı yanan ocakta ısıtır ve var gücüyle fırlatır uzaklara. Takımlar ay ışığının bahşettiği kadarıyla gözün, taşın düşmesinden yansıyan ses kadarıyla kulağın, en fazla da taşın ısısını arayan elin yordamıyla yarışırlar ve taşı bulup kaleye geri getirmeye koşuştururlar. Taşı bulup kaleye dönenleri engellemeye çalışan rakip oyuncuların şiddeti andıran el, ense, bacak hareketleri ise belki de oyunun en tatlı yanı. Silopi 'rugby'si sanki.

Bir diğer oyun ise 'holane'. Bir metrelik bir sopanın ucunu baston biçiminde kıvırıp, belirledikleri bir alandaki deliğe, küçük taşları vura vura taşırlarmış 'holane'de. Bal gibi Silopi golfü işte.

'Oyun', 'zaman' ve 'mekân'

İnsanoğlunun uygarlık dediğimiz ortak yaratısının çok bilinmeyenli denklemini çözmeye yarayan gerçek veriler. İnanılmaz bir berraklık taşıyorlar kendi içlerinde. Şimdi mesela 'mekân' derseniz kel alaka, Amerika nere Silopi nere. 'zaman' derseniz yine kel alaka, o zaman televizyon bile yok ki "Silopililer Amerikalılardan çalmış" diyelim. Peki bu ortaklığın sırrı ne? Çocuk masumluğu.

Nereye gitsem çocuk oyunlarını ararım sokaklarda.

Bir gün Prag'da, bir gün New York'ta, bir gün Şatilla'da. Birbirinden bu kadar habersiz, birbirinin bu kadar aynı. Bir yanda Doğu ve Batı ayrışması ve 'medeniyetler çatışması' denen büyük oyunlarımız ve bu oyunlarda yarattığımız mayın tarlalarımız... Diğer yanda masum çocuk oyunlarımız... 'Bowling', 'rugby', golf... 'Gelane', 'hablo', 'holane'.

Büyük oyunlarımızda katloluyor çocuk oyunlarımız.

Bir yanda çocuklar oynuyor kırlarda, bayırlarda, sokak aralarında. Bir yanda çocuklar ölüyor mayın tarlalarında.

Agos, 17 Kasım 2000

Bazılarına ters gelebilir belki ama soruyu sormaktan çekinmeyeceğim. Şu yaşanılan süreçte Türk toplumuna tarihsel gerçekliği kabul etmesini, olanı 'soykırım' olarak adlandırmasını dayatanlar, Türk toplumunun güncel gerçekliğini iyi okuyabiliyorlar mı?

İkinci bir soru daha...

"Türk toplumu her konuda demokratik bir yaklaşım gösteriyor da, salt Ermeni sorununda mı antidemokrat kesiliyor?"

Hadi bir üçüncü daha...

"Türk toplumu gerçeği biliyor da mı inkâr ediyor, yoksa bildiği gerçeği mi savunuyor?"

Türkiye'yi iyi okuyamadıklarına inandıklarıma şunu anımsatmak isterim: Bu toplum daha dünkü 'Susurluk Vakası'nı, toprak altından çıkan 'Hizbullah cesetleri'ni hukuk dilinde tanımlamakta, adlandırmakta zorlanırken, 85 yıl önceki bir tarihi nasıl adlandırabilecek?

Sürekli vurguluyorum ama bir kez daha yineleyeyim. Türkiye kendi içinde halen bir demokrasi mücadelesi veriyor. İfade özgürlüğünden başlayan bir dizi demokratik gereksinimler halen Millet Meclisi'nin gündeminde sıra bekliyor. İnsanlar halen görüşlerini ne kadar özgürce ifade edeceklerini bizzat kendileri oto sansür uygulayarak belirliyorlar.

Dolayısıyla böylesi bir gerçeğin varlığı hesaba katılmadan, şu sıralar üçüncü ülkelerde peş peşe gündeme taşınan 'Ermeni tasarıları'nın Türkiye'deki milliyetçi dalgalanmaların tekrar yükselmesine, doruğa ulaşmasına ve demokratikleşme sürecine ciddi darbeler indirmesine yol açmaktan başka bir işe yaramayacağı kendiliğinden ortada değil mi?

Avrupa Birliği'nin katılım belgesinde yer alan Kıbrıs maddesinin Türkiye'deki yankıları henüz çok taze. 'Kürtçe yayın' gibi demokratik bir gereksinme konusunda en azından hükümet, siyasi çevreler ve toplumda farklı sesler çıkarken, Kıbrıs gibi ulusal bir konuda bir ittifak oluşabildiği hatta bunun gerekirse Türkiye'yi Avrupa Birliği'nden vazgeçme noktasına kadar götürebileceği ortada. Çarşamba günü onaylanan Türkiye raporuna bu kez de Ermeni maddesinin eklenmesi ise işin tuzu biberi sanki.

Şimdi gelin Kıbrıs'ın yanına bir de Ermeni sorununu koyalım ve referanduma gidelim.

Görelim bakalım, bundan önceki tüm kamuoyu yoklamalarında yüzde 70'lerde dolaşan Avrupa Birliği'ne 'Evet' oyu bu kez aynı oranda 'Hayır'a dönüşecek mi dönüşmeyecek mi? Bunun adına Türkiye'yi iyi okuyamamak denir... Bunun adına Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne almak istemeyenlerin marifeti denir... Başka da bir izahı yok.

Türk ve Ermeni toplumları arasında ortak bir hafızanın tekrar inşasının gerekliliği üzerinde ısrarla duruyor ve dayatmalardan kurtulmanın en gerçekçi yönteminin bu olduğuna inanıyorum.

Bunu söylerken de son zamanlarda sıkça ifade edilen "Tarihi tarihçilere bırakalım" söylemine hiç sığınmıyorum.

Yani şimdi biz tarihçi değiliz diye tarihi tarihçilere mi bırakacağız? Hem sonra biz bu konuda samimi miyiz?

Basında, görsel medyada ve araştırma kitaplarında hemen her gün iskelet tefrikaları tarih diye yutturulurken, ders kitapları hâlâ düşmanca tanımlarla doluyken ve buralardan da husumetin ta kendisi çıkarılırken, bizzat biz tarihi tarihçilere bırakmış mı oluyoruz?

Üç haftadır kaleme aldığım ve birbirinin ardılı olan 'Ermeni sorunu'na ilişkin yazılarımı, önem verdiğim bir noktayla bitirmek isterim. Benim nezdimde, üçüncü ülkelerin tarihsel gerçekliğimi bugün kabul etmeleri hiç önem taşımıyor. Çünkü onlar başından beri bu gerçekliği biliyorlardı ve baş sorumluydular. Bunu beyan etmek için ise ulusal çıkarlarının elvereceği bir 85 yıl sonrasını beklediler. Bugün bile bunu 'bir ileri bir geri' Türkiye'ye karşı dayatma olarak kullanmaktan çekinmiyorlar.

Benim için aslolan, Türk toplumunun tarihsel gerçekliğinin farkına varması. Bu da ancak Türkiye'deki demokrasi mücadelesinin gelişmesiyle mümkün olabilecek. Bizler ortak inadımızla gerçek demokrasiyi üretme sürecimizde, geçmiş acılarımızı da güzelliklerimizi de demokratik bir üslup içinde pekâlâ konuşmayı becerebiliriz.

İşte salt bu nedenle biz "Avrupa Birliği'nden önce Türkiye Birliği'ne" demeyi sürdürüyoruz.

Yeni Binyıl, 16 Temmuz 2000

Kürtçe eğitim sorununun etrafında dönen tartışmalara, şu Ermeni halimle ben de katılsam haddimi aşmış olur muyum?

Gerçi bugüne değin malum çevreler 'Kürt Sorunu'nun aslında 'Ermeni Sorunu' olduğunu hep söyleyegeldiler ama... Bunların sağı solu belli mi olur? Şimdi de kalkar "Sen ne karışıyorsun bu işe, sana mı düştü 'Kürt Sorunu'nu konuşmak?" diyebilirler pekala.

Ben yine de, şu Temmuz sıcağının başıma vurmuşluğuyla, tescilli bir 'öteki' olarak, yaşanmışlıklardan edindiğim deneyimle, tartışmalara zenginlik katabileceğime inanıyor ve ufkunuzu biraz zorlamak için diyorum ki...

"Türkiyeli bir Ermeni olarak artık payıma düşen Kürtçemi istiyorum."

***

Biliyorum şaşırdınız. Ne demek istediğimi açacağım ama ilkin sizlere daha da şaşırtıcı gelecek bir saptama.

Biz Ermeniler, bilindiği gibi kendi olanaklarıyla, devletten bir kuruş yardım almadan, kendi okullarında ana dilleriyle eğitim yapabilme şansını elde etmiş 'mutlu azınlık'(!) gibi görünürüz.

Ne var ki, bu işin, 'içi beni, dışı sizi yakan' bir yanı da var. Yaklaşık 80 bin nüfuslu Ermeni cemaatinin sadece dört bin civarındaki öğrencisi okur bu okullarda. Kalan büyük çoğunluk, kolej, özel okul gibi albenisi yüksek üstelik de pahalı okullara gider. Bu sayı da yıldan yıla ciddi bir oranda azalır.[1]

Kültürel altyapısı çok eskilere ve önemli bir zenginliğe dayanan bir Azınlık cemaati dahi, küreselleşmenin o dayanılmaz rüzgarıyla sürüklenip, anadilini bir ölçüde boşlayıp, küresel dillerin ve eğitimin peşinde koşuyorsa, bunun birilerine bir şeyler anlatması lazım.

Bu gerçek dursun zihninizin bir kenarında.

***

Şimdi gelelim Kopenhag Kriterleri çerçevesinde dayatılan, 'ana dilinde eğitim hakkı'nın ülke bütünlüğü açısından büyük bir tehdit olarak gösterilmesine ilişkin itirazıma.

Diyorum ki, Kürtçe eğitim veren okulların olmasının önemli ve asıl vazgeçilmez nedeni pek dile getirilmiyor.

Bu okullar açılmalı ama sadece Kürtlerin hakkı olduğu için değil. Bir Ermeni olarak ben de çocuğuma Kürtçe öğretmek hakkına sahip olmalıyım. Tıpkı Ermeni olmayanların da Ermeni okulunda çocuklarını okutma hakkına sahip olabilmeleri gibi...

***

Anadolu harmanında ne Kürtçe salt Kürtlere, ne de Ermenice salt Ermenilere terk edilebilir. Türkçe bilmek kimseyi Türkleştirmediği gibi, Kürtçe bilmek de bir Ermeni'yi Kürtleştirmez. Kürtçeyi salt Kürt'ün tekeline bırakmak olsa olsa Kürtçülüğü, Ermeniceyi de Ermeni'nin tekeline bırakmak Ermeniciliği besler.

Bu topraklara yakışan, birbirlerinin dillerini bilen ve konuşan farklılıkların bir aradalığıdır.

Yedi düvelin dilini getirip okullarımıza sokuşturuyoruz da, bir arada yaşadığımız insanların dilini kendimize ait hissetmekten ve öğrenmekten niçin kaçınıyoruz?


[1] 2008-2009 öğretim yılında İstanbul'daki 18 Ermeni okulunda 3092 öğrenci kayıtlıydı.

Agos, 2 Haziran 2000

Şu sıralar özellikle yurt dışındaki çevrelerin kafalarını zorlayan bir soru var: Türkiye Ermeni sorununa bakışında tutum mu değiştiriyor?

Yerli ve yurt dışı basından bize yöneltilen soruların ağırlığı da son zamanlarda fazlasıyla bu yönde.

"Nereden çıktı bu, hangi gelişme sizi bu soruya sürüklüyor?" diye bu kez ben onlara soruyorum. Elle tutulur bir gerekçeleri yok.

Peki gerçek fotoğraf ne?

Bizler, fotoğrafın sadece kamuoyuna yansıyan tarafını gözden geçirme olanağına sahibiz. Yapabileceğimiz yorum da o kadarla sınırlı. Şimdi bu çerçevede, gelişmelere tekrar göz atalım.

Öncelikle Türk basınının her yıl 24 Nisan'da alışkanlık haline getirdiği sert tepkiyi bu yıl göstermeyişi dikkat çekiciydi. Aksine, bir tepkisizlik görüldü. Üstelik de bu yıl 24 Nisan'ın 85. yıl dönümüydü ve hemen her yerde daha büyük organizasyonlar gerçekleşmişti. Yazılı basının çok satanları, konuya günlük sıradan haberler konumunda şöyle bir değindiler o kadar. Görsel medyada ise bir tek NTV özel bir program hazırladı. O da daha ziyade tarafların değerlendirmelerini olabildiğince objektif bir tutumla yansıttı. Radikal sağ basının tutumu ise zaten bildik bir tutumdu ve oradaki üslupta bir değişiklik yoktu.

Özetle, Türk basını olayı es geçmeyi yeğlemişti diyebiliriz.

Yayın dünyasında bir diğer gözle görülür gelişme de artık bu konuda çıkan alternatif tezlerle ilgili yayınların ya da makalelerin yasaklanmaması ve toplatılmaması. Gerçi çok sayıda bir şey çıktığı yok ama arada çıkanlar da şöyle ya da böyle yayınlanabiliyor işte. Anımsadığım kadarıyla bu konuda üzerine gidilen son yayınlar Ternon'un Ermeni Tabusu ile Dadrian'ın Jenosid'i oldular.

Onlar da beraat ettiler ve piyasada satılabiliyorlar.

Yayın dünyasında, dışardakilerin akıllarının almadığı bir gerçek de Agos'un varlığı. Hayret ediyorlar, Agos'un yayınına nasıl izin veriliyor diye.

Başka şeylere de hayret ediyorlar. BEKSAV geçen ay, Fransa'da hazırlanan ve olayların tanığı yaşlı Ermenilerin anlatımıyla tamamı sözlü tarih olan bir belgeseli getirdi ve gösterime sundu. Ardından da bir panelde konu tartışıldı.

Merkezi Fransa'da bulunan bir Ermeni radyosu panelin nasıl olup da gerçekleştiği hakkında benimle yaptığı bir söyleşiyi Ermenistan da dahil tüm dünyaya duyurdu.

Hayret edilen şuydu: Türkiye'de bir kuruluş böyle bir program gerçekleştirmişti ve bunun sonucunda da herhangi bir baskı olmamıştı.

Şu sıralar Ermeni aydınları ile Türk aydınları ve akademisyenleri de sayıları giderek çoğalan toplantılarla bir araya geliyorlar. Bunların en önemlilerinden biri bir süre önce Chicago'da gerçekleşti. Bu sayımızda katılımcılardan sayın Deringil ile yaptığımız söyleşiden de anlaşılacağı gibi hayli ilginç bir toplantı oldu.

Son iki yıldır kimi Ermeni aydınlarının Türkiye'de özellikle akademik çevrelerde düzenlenen bu tip toplantılara gelip katıldıklarını da zaman zaman Agos'ta duyuruyoruz.

Bu toplantılardan biri de önümüzdeki günlerde Paris'te yapılacak. Türkiye'den davet edilen aydınlar ile Ermeni aydınlar Fransız Senatosu'nun da desteklediği bir toplantıda buluşacaklar. Önümüzdeki hafta Türkiye'de gerçekleşecek bir toplantıya da Ermenistan eski devlet başkanı Levon Ter-Petrosyan'ın başdanışmanlığını yapan Jirair Libaridian da katılacak.

Ankara Üniversitesi ile Yerevan Üniversitesi arasında kurulan ilişki ise henüz çok taze.

Tüm bu olup bitenler yazının başında sorulan "Türkiye tutum mu değiştiriyor?" sorusunu cevaplamaya yeterli mi? Elbette hayır. Bunlar devletin tutumunu belirleyen göstergeler değil elbet. Ancak öncesini anımsadığımızda, en azından bir engel çıkarılmadığını saptamak olası. İhtimal ki devlet bu konularda tutum değiştirmemekte ısrar edecek, ancak konunun toplumun sivil örgütlerince ele alınmasına da, düzeyli bir üslup korunduğu sürece, ses çıkarmayacak. Muhtemelen de bu yeni süreç ilişkilerin normalleşmesinde ilk adım olacak.

Birbirlerine karşı tarihsel travmatik yaklaşımları olan bu iki halkın tedavi reçetesi de bu süreçte gizli. Süreç sağlıklı işlediğinde görülecek ki, ancak bu iki halk birbirinin doktoru olabilir. Fransız Senatosu'nun ya da başka bir ülkenin tanıyacağı 'Soykırım Yasaları' değil.

Tuzla Ermeni Çocuk Kampı - Bir El Koyma Öyküsü, İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi, 2000

Aldılar bir sabah biz 13 çocuğu... Gedikpaşa'dan yürüyerek Sirkeci'ye... Oradan vapurla Haydarpaşa'ya... Haydarpaşa'dan trenle Tuzla istasyonuna... İstasyondan da bir saat yürüyerek, göl ile denizi kenarlayan geniş ve uçsuz bucaksız düz bir araziye götürdüler. O zamanın Tuzla'sı bugünkü gibi zenginlerin ve bürokratların villalarıyla dolu bir mekân değil... İnce kumlu, bakir bir deniz kenarı ve denizden kopma bir göl parçası... Uçsuz bucaksız arazide bir iki ev, tek tük incir ve zeytin ağaçları ve hendek kenarlarına serpilmiş dikenli böğürtlen çalıları...

Bir de bizim kurduğumuz Kızılay çadırları...

8 ila 12 yaş arası biz on üç çelimsiz için yazları Gedikpaşa Yetimhanesi'nin beton bahçesine mahkûm olma sona ermişti...

Ailelerimizi, yakınlarımızı ancak geceleri uzaklarda, parlayıp sönen kent ışıklarını izlerken anımsıyorduk. Yere düşmüş ve üst üste yığılmış yaşlı yıldızlara benzetiyorduk kent ışıklarını.

Üç yıl şafak vakti kalkıp, gece yarılarına dek çalışarak kamp binasını tamamladık. En kısa boylularımızdan biri olan 'Kütük' (Zakar'a böyle hitap ederdik) bir başına çimento torbasını kucaklayıp çatıya kadar çıkarabiliyordu. Geceleri uykuda yorgunluktan altımıza işerdik.

Sekiz yaşımda gittim Tuzla'ya. Tam 20 yıl oraya emek verdim. Eşim Rakel'i orada tanıdım. Birlikte büyüdük. Orada evlendik. Çocuklarımız orada doğdu... 12 Eylül'den sonra kampımızın müdürünü 'Ermeni militan yetiştiriyor' suçlamasıyla içeri aldılar. Haksız bir suçlamaydı. Hiçbirimiz Ermeni militanlar olarak yetiştirilmemiştik. Başsız kalan kampın ve yetimhanenin kapanmaması için görevi bu kez ben ve oradan yetişen arkadaşlarım üstlendik.

Ama bir gün elimize bir mahkeme kağıdı tutuşturdular...

"Siz azınlık kurumları yer satın alma hakkına sahip değilmişsiniz! Biz zamanında size izin verirken yanlış yapmışız. Artık burası eski sahibinin olacak."

Beş yıl süren direnişimize rağmen yenildik... Ne yapalım ki karşımızda devlet vardı.

Şikayetim var ey insanlık!...

Bizi, yarattığımız uygarlığımızdan attılar.

Orada yetişmiş 1.500 çocuğun alınterinin üstüne oturdular. Bizlerin çocuk emeğini gasp ettiler. Orayı tekrar yoksul çocuklar için bir yetimhane yapsalardı, kimliği ne olursa olsun, yoksul ya da özürlü çocuklar için kamp olarak kullansalardı, hakkımı helal ederdim. Ama bu şekilde emeğimi helal etmiyorum.

Ve artık bizim yarattığımız 'Tuzla Yoksul Çocuk Kampı'mız, bizim 'Atlantis uygarlığımız' şimdi bir harabe...

Çocuk cıvıltıları çekilince suyu da çekilmiş kuyunun... Binanın omuzları düşük... Toprak çorak... Ağaçlar küskün...

Benim isyanımın pike uçuşları ise, bin bir özenle yaptığı yuvası bir darbeyle yok edilmiş kırlangıcınki kadar keskin...

Lakin çaresiz...

Agos, 31 Mart 2000

Medyanın yaşamsal konulara, örneğin Avrupa Birliği tartışmalarına yeterince önem verdiğini söylemek olası değil. Gerçi magazinel yanını yakaladığında balıklama dalıyor ama ne yazık ki halkın gerçekten de her alanda ihtiyacı olan bilgi ve tartışmalar yeterince gündemde tutulmuyor. Oysa halkın bilgilenme hakkını ve dikkatini biran önce bu tartışmalara çekmekte yarar var.

Medyanın es geçtiği tartışmalar ise daha ziyade dar çevrelerde yerine getiriliyor. Akademik çevrelerde, sivil toplum örgütlerinde bu yöndeki çalışmalar, araştırmalar ve tartışmalar seviyeli bir hızla sürdürülüyor.

Helsinki Yurttaşlar Derneği'nin ve Avrupa Birliği Komisyonu Ankara Temsilciliği'nin 24-26 Mart tarihlerinde İstanbul'da düzenlediği 'Daha Geniş Bir Avrupa: Modernleşme ve Çoğulculuk' başlıklı yuvarlak masa toplantısı böyle bir toplantıydı. Katılım ve içeriği açısından da yararlı bir etkinlik oldu, ülkemizde asıl gündemi oluşturması gereken konular ayrıntılarıyla sorgulandı.

Ciddi, üslubu iyi tutturulmuş bir tartışma ortamına ihtiyacımız var. Bu ortamda kendi kendine 'mırmırımsı' konuşmaların yerini, 'anlaşılır' özgür ifadelerin alması gerek. Bunu yaparken birbirimizin hassasiyetlerine özen göstermek ise tutulacak üslubun mihenk taşı olmalı.

Farkında mısınız bilmem... Artık fıkralarımızla dahi birbirimizle şakalaşamaz hale geldik, çekinir olduk. Oysa ne keyiflenirdik değil mi, Türk'lü, Kürt'lü, Laz'lı, Yahudi'li, Ermeni'li fıkralarla sohbet koyulaştırdığımızda? İncinmezdik hiç. Ortak kültürümüzün ortak ürünleriydi onlar. Ortamına göre Kürdü Laz yapar, ortamına göre Yahudi'yi Ermenileştirir öyle anlatırdık. Ama farklılıklarımız öylesine öcü hale getirildi ki, birbirimize fıkra anlatmaktan bile çekinir olduk...

Hepimizin bireyler olarak kendimize ait bir küçük dünyamız var.

Bu küçük dünyamız, büyük dünyanın ezici baskısından korunmak için oluşturduğumuz ve sahiplenme duygumuzu geliştirdiğimiz alan. İçinde neler var derseniz? Önce bireyselliğimiz sonra ailemiz, özel arkadaşlarımız, yakınlarımız, dostlarımız, hobilerimiz, fobilerimiz velhasıl sığındığımız tüm bize aitlikler.

Bu alanda ayrıca dinsel inançlarımız, yarattığımız ve yaşadığımız ritüeller de yer alabiliyor. Sosyoloji bilimindeki bu küçük dünyalara 'özel alan' deniyor şu sıralar.

Öte yandan bu küçük dünyalarımız dışında buluştuğumuz bir de ortak alanımız var... Kamusal alan. Birlikte yaşamanın problematiği de bu noktada başlıyor. Kamusal alana küçük dünyalarımızla olduğu gibi taşınmamız mümkün olmadığına göre, o alanda hangi özelliğinden sıyrılmış kimliğimizle var olmalıyız? Şu anda yaşanan tüm çatışmaların odak noktası bu... Çözüm arayışlarının tümü de bu soruna ilişkin.

'Kamusal alan'ı 'farklılıklarımızın aynılaştığı alan', 'özel alan'ı da 'aynılıklarımızın farklılaştığı alan' diye tarif etmek ve bunu yaşama geçirmek olası mı?

Kamusal alanımız da giderek genişliyor. Bugün salt Türkiye'yle sınırlı olan kamusal alanımız yarın Avrupa Birliği bünyesine girdiğimizde kim bilir hangi boyutlara erişecek.

Hemen her kesimin, kendi varoluşunun zemin etüdünü gerçekçi bir yaklaşımla sorgulaması gerekiyor. Bizleri ancak bu sorgulama demokrat kılar. Bunu yapmadan ortak tartışmalara katılmak görülüyor ki sonuç getirmiyor. Demokrasiyi salt devletten beklemek çıkar yol değil. Ülkemizde demokrasi iki alanda da sancı çekiyor. İlki, toplumun devletle sorunları var... Bu doğru. Ama toplumu oluşturan kesimlerin kendi aralarındaki ilişkilerinde de demokrasi sorunu var.

Türkiye uzun bir süre Avrupa Birliği üyeliği öncesinde ciddi bir antrenman süreci yaşayacak. Kendi farklılarımızla oluşturacağımız ilişkiler ve bir arada yaşama azmi, ileride Avrupa Birliği içerisinde sayısız 'Elin gâvuru'yla birlikte yaşayacağımız sürekliliğin de gerçek provası olacak.

Bu süreç herkesten özel fedakarlık bekliyor.

Agos, 18 Şubat 2000 

“Sahte define haritası satarken yakalandı” ya da “Parasını sahte definecilere kaptırdı” şeklinde haberler sık sık çıkar gazetelerde.

Bir kez AGOS’ta da yer almıştı, “Ermeni kökenli kişiler sahte define haritası satıyor” diye bir haberdi. İddiayı ortaya atan Erzurum Müze Müdürü’nü bulmuş, işin aslını öğrenmiş, siz okurlarımıza da iletmiştik.

Müze müdürü “Yapanlar Ermeni” dememiş meğer. “Kendini Ermeni olarak tanıtan kişiler ortaya çıkıyor, dedesinin göçerken altınlarını gömdüğünü, elinde definenin yerini gösteren harita olduğunu söylüyor ve insanları aldatıyorlar” demiş.

O öyle demiş onlar da öyle anlamış. Her neyse... Konu da zaten “O ne demiş, bu ne demiş?” değil.

***

Bilenler bilir, Anadolu’da pek rağbet gören bir zanaattır define arayıcılığı. Hayatını bu yola vakfetmiş “define manyakları” vardır. İstanbul Aksaray’da özel defineciler kahvesi olduğu bile söylenir.

Bu tipler ellerinde ne yazdığını anlamadıkları, çizilmiş eski kâğıt parçalarıyla az mı çaldı AGOS’un kapısını?

Sanki kapıp kaçacakmışsınız gibi de, amanın bir de ürkerek uzatırlar ki haritayı, demeyin gitsin...

Her neyse asıl konumuz o haritalar da değil.

***

Yerin altında Ermeni definesi arayanlar, yer üstündeki Ermeni definesinin ne kadar farkında oldular?

Yaşanmışlıklar hiç de farkında olmadıklarını gösteriyor.

Yerin üstündeki definenin gerçek kaynağı, göçürülmekten kurtulan ve kendi topraklarında kalabilen insanlardı elbet. Kalanlar ve onların çocukları, dayanabildikleri kadarıyla Anadolu’da yaşamlarını sürdürdüler. Ama ne yazık ki bunların da değeri bilinmedi. Okulları, kiliseleri ellerinden alındı. Zamanla, önce İstanbul’a ardından da tüm yeryüzüne aktılar. Bugün artık Anadolu’da o denli tek tükler ki, ya varlar ya yoklar.

***

Onların üretip de toprağın üzerine ektikleriydi asıl define. AGOS’un ikinci sayfasının tiryakileri geçen hafta sona eren “Bir zamanlar” köşesinde hangi köyde hangi okulun, hangi kilisenin, hangi hastanenin bırakıldığını iç çekerek izlemiş olmalılar. Üç bini aşkın kilise ile iki bini aşkın okulun yanı sıra sayısız konut, işyeri, hastane vs. ardımızda bıraktıklarımız.

Peki, insanın değeri bilinmedi de, bıraktıklarının değeri bilindi mi?

Nerdee?

***

Anadolu Ermenileri şimdi tüm dünyayı kapsayan ve Diaspora diye adlandırılan bir alan içinde hâlâ Anadolu’yu yaşıyorlar.

Diaspora’ya “Anadolu’nun dünya hali” de diyebiliriz rahatlıkla. Tarihi iyi okuyanlar tüm bu yayılmaların merkezinin Anadolu olduğunu görebilir. Öyle ki bugün Ermenistan’da bile adı Nor (Yeni) Malatya, Nor Arapgir, Nor Pütanya (İzmit), Nor Sepasdiya (Sivas) Nor Gesaria (Kayseri) adlı yerleşim bölgeleri mevcut. Ardlarında bıraktıklarının bir benzerini, bu kez oralarda kurmuş, Anadolulu kimlikleriyle oralarda yaşıyorlar.

***

Son birkaç gün içinde Virginia’da, Hollanda’da yeni “Soykırım Anıtları” dikilmesi ya da “Soykırımın tanınması”na ilişkin yasa tasarıları kabul edilmiş. Haftaya da Fransız takiyecileri, Fransız Senatosu’nda şu meşhur “Soykırım yasası”nı tekrar görüşeceklermiş.

Bizde ise bilinen tekrarlanacak, yine Ermeni lobilerinin marifetlerinden bahsedilecek ve bu film yıllardır devam ettiği gibi bu kez de aynen tekrarlanacak.

Oysa bu tuzaktan kurtulmanın bir yolu var.

Sanırım gerçek define de o yolun sonunda gizli.

***

Kullanıcıların elinden bu kozu almanın ve işlerine geldiği zaman kullanmalarına fırsat tanımamanın en geçerli yolu kaybettiğimiz bu insanlarla doğrudan diyalog yolunun bulunmasıdır.
Bunun için başta gelen, Türkiye-Ermenistan ilişkilerini desteklemektir.

Türkiye Ermenileri’nin sorunlarını herhangi bir dış dayatmaya, uyarıya gerek bırakmadan halletmek ikincisidir.

Üçüncü ve en önemlisi de Diaspora Anadolusu’nu tekrar kazanmaktır.

***

İnanın bir ütopyadan, bir gerçekleşemezden söz etmiyorum.

Yaşam, basit adımlar ve ufak girişimlerin ne denli büyük sonuçlar yarattığına tanıktır.

“Para kazanacağız, İnanç Turizmi yapalım” yerine, insanlarımızı samimi bir arzuyla tekrar kazanmalıyız anlayışını ortaya koyabilmeliyiz. Şu binanın üzerine minnacık bile olsa “Bu cami Ermeniler’den kalan Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi’nden dönüştürülmüştür” diye bir ibare çivilemek bile, “Sen şöyle yaptın da ben de böyle yaptım” didişmesinden elbette daha yaratıcı, daha gönül alıcıdır.

***

Benim define tarifim budur.

Agos, 10 Aralık 1999

Hani derler ya "Bir kitap okudum hayatım değişti" diye...

Benim de "Bir konuşma yaptım hayatım değişti" diyesim geliyor işte...

Geçen hafta katıldığım 'Siyaset Meydanı'nın ardından yaşadığım tebriklerle, teşekkürlerle dolu şu son birkaç günde, 10 Ocak '97'de o zamanlar adı 'Birdirbir' olan bu köşede 'İlahlara illallah' başlığıyla yazdığım bir yazımı anımsadım. Açtım okudum tekrar... Bir bölümünü tam da böylesi günlerde hep birlikte paylaşmakta yarar var.

"Doğu toplumlarını, Batı'dan ayıran önemli bir özellik de 'kahraman' ve 'ilah' yaratmasındaki farklılıkta aranmalı. Bizim önemli özelliğimiz kolay yüceltip, bir o kadar rahat alçaltabilmemiz ilahlarımızı.... İşte doğu toplumlarının tipik karakteristiği? Suni olarak yaratılan kahramanlar ve her an bir kahramana muhtaç bırakılmış toplumsallaşamamış bir kalabalık... Körün olmadığı yerde, şaşı Abdurrahman Çelebi olur çoğu kez bizde. Bir vuruşta bin sinek öldüren Kaç Nazar tevatürleri yaratırız sürekli. Ve işi gücü bırakır, kurtarıcılar bekleriz asırlar boyunca hep? Kurtarıcılar beklemeyin, kendi kendinizin ilahı olun..."

Efendim, hepiniz sağ olun. Sayısız telefon ve faks mesajlarıyla, gazeteye bizzat gelerek, çiçek göndererek o geceki konuşmam nedeniyle hislerine tercüman olduğumu belirten cemaat üyelerine -bilemiyorum bu işlerin tevazulu şekli nasıl olur ama- en içten teşekkürlerimi sunuyorum.

Yeni bir şey değildi aslında söylediklerim. Bu köşede defalarca dile getirdiğim konulardı. Tek değişiklik bu kez seslendiğim kesim salt cemaatle sınırlı değildi ve yaptığım konuşma içinde yaşadığımız büyük toplumun tüm kesimlerineydi. O kesimlerden gelecek tepkiler ayrı bir önem taşıyordu. Ne mutlu bize ki o kesimlerden gelen tepkiler de hayli olumluydu. Adnan Genç adlı bir kardeşimizin ifadesiyle "kilitli vicdanları" yoklamıştık o gece.

Şair dostumuz Sezai Sarıoğlu'nun programı izlerken anında karaladığı ve bana ulaştırdığı uzun destanın bir bölümünü sizlerle paylaşarak bitirmek istiyorum izninizle.

bir filmi seyrederken çok başımıza "beş dakika ara"da ben, gözyaşlarını zor durumda bırakarak alıntıların hatırına gazoz ısmarlıyorum masal ısmarlıyorum senin ismini bilmediğim çocuklarına Tuz(la) gözlerinden öpüyorum her ikisini masal gözlerinden öpüyorum.
biz aynı mahallenin çocukları can kardeş, düş kardeş harflerinden öpüyorum seni.. sen benim "çoğalmamın başlangıcısın olsa olsa."
ey orman ahalisi, Nazım'ca ey aşık ahalisi Ferman'ın bahçesine ağaç diker miyiz? Hani o gün, ferman derman olanda.

Agos, 2 Nisan 1999

Bu köşedeki adam 5 Nisan 1996'da bu köşedeki logosundan 'Birdirbir' diyerek başladı yazmaya. İkinci yıl 'İkidiriki' deyip, üçüncü yılını da 'Üçdürüç' ile tamamladı sonunda. Sırada 'Dörttedört' demek vardı lakin "Allahın hakkı üçtür" deyip bu diziyi bu noktada kesti işte. Niye kesti? Anlatayım.

Başlangıçta Agos'a üç ay, olmadı altı ay, daha sonra bir yıl gibi ömür biçenler herhalde hayal kırıklığına uğramışlardır. Bu köşedeki adam hiç unutmuyor, hakkında olumsuz yazı yazdığı kişinin telefonda kendisine "Ben sizin altı ay sonra boyunuzun ölçüsünü görürüm, kapatıldığınızda kaçacak delik arayacaksınız" dediği günü. Umursamadı bu gevezeleri. Doğru bildiği yolda gitti. O gün bugündür gazetenin yayın hayatını da kazasız belasız sürdürdü. Son olarak da bildiğiniz gibi Agos DGM'de yargılandı ve beraat etti. Bu köşedeki adam der ki "DGM beraati Agos'un rüştünü ispat ettiği, diğer bir ifadeyle de iradesinin test edildiği en ciddi deneyimi oldu."

Bu köşedeki adam aslında bir yazar değil. Hele hele gazetecilikle üç yıl öncesine kadar uzaktan yakından bir ilgisi olmamıştır. Çok okumayı sevmekten başkaca bir iddiası yoktur. Dil bilgisi kurallarının ihlali, bozuk cümleler, en fazla tashih hataları hep onun yazısında olur. Genellikle konuştuğu gibi yazar, edebiyatçı yanı güçlü değildir. Ne yazarlığın tekniğini bilir, ne de bu mesleğin okulunu okumuştur. Kaptığı köşeye dikkat etmek bile bu konudaki iddiasızlığının bir ölçüsüdür; 'devam sayfasının köşe yazanı'. Devam sayfası dediğiniz ana sayfalardan artakalmış fazla yazıların sıkıştırıldığı sayfa değil midir? Her hafta yaptığı şey, sayfa sekreterinin yazı fazlalarını ve ilanları sayfaya yerleştirdikten sonra kendisine bıraktığı boş alanı kadar bir şeyler karalayarak doldurmaktan ibarettir. Sayfa sekreteri "İşte bu kadar yazacaksın" der, o da o hafta o kadarcık yarenleşir okurlarıyla. Yer kalmadığında yazı yazmadığı çok olmuştur.

Bu köşedeki adamın hali böyleyken logosunda kâh 'Birdirbir' oynaması, kafasına esince de logosuna 'Şapparig' oturtması normal karşılanmalıdır. Hani bir laf var ya "Delidir ne yapsa yeridir" diye, e vallahi o laf bu köşedeki adam için edilmiştir. Oysa yazarlık ciddi iştir. Önce oturaklı bir köşe adı gerektirir. Şimdi de tutmuş 'Şapparig' diye anlamı belirsiz bir kelime türetmiş, getirip hinine oturtmuştur. Ama ne yapsın ki bu garip lafı bu garip kul kendi üretmemiştir. Ümit Kıvanç denen usta yakıştırmıştır. Onun da kabulüdür. 'Şapparig' ne midir? Bu köşedeki adamı yakından tanıyanlar bilir. Pervasızın tekidir. İnsanlarla ilişkisinde ölçüsüzdür. Sevdi mi kötü sever, sövdü mü kötü söver.

Özellikle 'can' bildiği dostlarıyla karşılaşmasın, 'canı karpuz çekmiş Diyarbakırlı' gibi onlara sarılıp 'şapur şupur' öpmesi pervasızlığının çok önemli bir işaretidir. Orada birileri varmış, orası ciddi bir yermiş, ırgalamaz. Tüm köylülüğü ve 'celloluğu'yla 'hemcins- karşı-cins' demez şapur şupur öper. Bastırır göğsüne canlarını doyasıya... Hesapsızca.

Yaşça küçükleri ona 'ahparig' [Ermenice 'abi'] diye hitap ederken, Ümit Kıvanç bu pervasızlığından ötürü 'şapparig' der kendisine. İşte bu adam bundan böyle yine bildiğince, yine hesapsızca, sevdiklerini şap şap öpecek, dövüşeceklerine de şap şap sövecektir köşesinde...

Şapparigce...

Agos, 23 Kasım 1998

Geçen yıl Kanal 7'de katıldığım canlı bir televizyon programında, yönetenlerden biri, "Türkiye Ermenileri olarak Cumhuriyet'e katkılarınız nelerdir?" türünden bir soru sormuş, adamcağız istemeden can damarıma basmıştı. Sonradan banttan izlediğimde gördüm ki açmışım ağzımı yummuşum gözümü... "Neyimiz kalmış ki ne verebilecektik?" şeklinde özetlenebilecek uzunca bir cevap vermişim. Aynı şeyi başka panellerde de başka ortamlarda da hep tekrarlarım. Bunları söylerken de "Eğer şu Ermeni halkının başına gelen belalar gelmeseydi, kim bilir biz bu ülkeye daha ne gibi zenginlikler katabilirdik, değil mi?" der noktalarım... Bunu derim çünkü yürekten inanırım... Ve artık bırakırım ki karşımdaki düşünsün "Sahi ya biz neler kaybettik?" diye.

Düşünün bir kez... Eğer kırılmasaydı belimiz... Yok olmasaydı kökümüz... Yaşayabilseydik şu ülkede adam gibi kardeşçesine... Çoğalabilseydik tüm güzelliğimizle... O atalarımız ki bu topraklara çok şeyler katmışlar, kim bilir biz daha neler katardık? Yalan mı?

Cumhuriyet'in 75. yılı kutlamaları çerçevesinde gazetedeki arkadaşlarla toplanıp, "Gelin birkaç hafta biz de kutlamalara katılalım ve ne değerler vermişiz, en azından bunların bir belgeselini okurlara sunalım" dediğimde, doğrusu pek elle tutulur bir şeyler çıkaracağımızı ben de tahmin etmiyordum. Ancak hep birlikte oturup da hiç yapılmamış bir çalışmayı yapmaya başladığımızda gördüm ki, birazcık kendi halkıma şu söylediğim söylemle haksızlık ediyorum. Bu kadar az nüfus kalmamıza rağmen ortaya çıkan sonuç yine de az şey değil. Sizler de okudukça göreceksiniz ki, çapımıza oranla hiç de küçümsenecek bir sonuç değil.

Cumhuriyet'in 75. yılını kutlarken bir kez daha aynı düşüncelere kapılmamak ve üzülmemek elde değil.

Ama yine de her şeyin kaybedildiği, son trenin kaçtığı düşüncesinde olanlardan değiliz. Türkiye kendi demokrasi mücadelesini vermeye devam ediyor. Bu demokrasi mücadelesinde bizlere de büyük pay düşüyor. Türk demokrasisi ivme kat ettikçe, bizim da aynı oranda bu ülkeye katkılarımızın artması sürecek ve artacaktır.

Yapabildiklerimizin yeterliliğiyle avunmak yerine, yapamadıklarımıza hayıflanmak da yapabileceklerimizin bir başlangıç noktası sayılmalı. Bu nedenle "Biz şunları yaptık"ın yanında, yapamadıklarımız üzerinde düşünmek de, demokrasi mücadelesine sunabileceğimiz önemli katkının başlangıcı olarak kabul edilmeli.

Gün, 'neler yapabildik'i sergilemenin yanı sıra, 'neler yapamadık'ı da sorgulamanın günüdür, Cumhuriyet'in 75. yılını biraz da bu bilinçle kutlamalıyız.