Agos, 31 Mart 2000

Medyanın yaşamsal konulara, örneğin Avrupa Birliği tartışmalarına yeterince önem verdiğini söylemek olası değil. Gerçi magazinel yanını yakaladığında balıklama dalıyor ama ne yazık ki halkın gerçekten de her alanda ihtiyacı olan bilgi ve tartışmalar yeterince gündemde tutulmuyor. Oysa halkın bilgilenme hakkını ve dikkatini biran önce bu tartışmalara çekmekte yarar var.

Medyanın es geçtiği tartışmalar ise daha ziyade dar çevrelerde yerine getiriliyor. Akademik çevrelerde, sivil toplum örgütlerinde bu yöndeki çalışmalar, araştırmalar ve tartışmalar seviyeli bir hızla sürdürülüyor.

Helsinki Yurttaşlar Derneği'nin ve Avrupa Birliği Komisyonu Ankara Temsilciliği'nin 24-26 Mart tarihlerinde İstanbul'da düzenlediği 'Daha Geniş Bir Avrupa: Modernleşme ve Çoğulculuk' başlıklı yuvarlak masa toplantısı böyle bir toplantıydı. Katılım ve içeriği açısından da yararlı bir etkinlik oldu, ülkemizde asıl gündemi oluşturması gereken konular ayrıntılarıyla sorgulandı.

Ciddi, üslubu iyi tutturulmuş bir tartışma ortamına ihtiyacımız var. Bu ortamda kendi kendine 'mırmırımsı' konuşmaların yerini, 'anlaşılır' özgür ifadelerin alması gerek. Bunu yaparken birbirimizin hassasiyetlerine özen göstermek ise tutulacak üslubun mihenk taşı olmalı.

Farkında mısınız bilmem... Artık fıkralarımızla dahi birbirimizle şakalaşamaz hale geldik, çekinir olduk. Oysa ne keyiflenirdik değil mi, Türk'lü, Kürt'lü, Laz'lı, Yahudi'li, Ermeni'li fıkralarla sohbet koyulaştırdığımızda? İncinmezdik hiç. Ortak kültürümüzün ortak ürünleriydi onlar. Ortamına göre Kürdü Laz yapar, ortamına göre Yahudi'yi Ermenileştirir öyle anlatırdık. Ama farklılıklarımız öylesine öcü hale getirildi ki, birbirimize fıkra anlatmaktan bile çekinir olduk...

Hepimizin bireyler olarak kendimize ait bir küçük dünyamız var.

Bu küçük dünyamız, büyük dünyanın ezici baskısından korunmak için oluşturduğumuz ve sahiplenme duygumuzu geliştirdiğimiz alan. İçinde neler var derseniz? Önce bireyselliğimiz sonra ailemiz, özel arkadaşlarımız, yakınlarımız, dostlarımız, hobilerimiz, fobilerimiz velhasıl sığındığımız tüm bize aitlikler.

Bu alanda ayrıca dinsel inançlarımız, yarattığımız ve yaşadığımız ritüeller de yer alabiliyor. Sosyoloji bilimindeki bu küçük dünyalara 'özel alan' deniyor şu sıralar.

Öte yandan bu küçük dünyalarımız dışında buluştuğumuz bir de ortak alanımız var... Kamusal alan. Birlikte yaşamanın problematiği de bu noktada başlıyor. Kamusal alana küçük dünyalarımızla olduğu gibi taşınmamız mümkün olmadığına göre, o alanda hangi özelliğinden sıyrılmış kimliğimizle var olmalıyız? Şu anda yaşanan tüm çatışmaların odak noktası bu... Çözüm arayışlarının tümü de bu soruna ilişkin.

'Kamusal alan'ı 'farklılıklarımızın aynılaştığı alan', 'özel alan'ı da 'aynılıklarımızın farklılaştığı alan' diye tarif etmek ve bunu yaşama geçirmek olası mı?

Kamusal alanımız da giderek genişliyor. Bugün salt Türkiye'yle sınırlı olan kamusal alanımız yarın Avrupa Birliği bünyesine girdiğimizde kim bilir hangi boyutlara erişecek.

Hemen her kesimin, kendi varoluşunun zemin etüdünü gerçekçi bir yaklaşımla sorgulaması gerekiyor. Bizleri ancak bu sorgulama demokrat kılar. Bunu yapmadan ortak tartışmalara katılmak görülüyor ki sonuç getirmiyor. Demokrasiyi salt devletten beklemek çıkar yol değil. Ülkemizde demokrasi iki alanda da sancı çekiyor. İlki, toplumun devletle sorunları var... Bu doğru. Ama toplumu oluşturan kesimlerin kendi aralarındaki ilişkilerinde de demokrasi sorunu var.

Türkiye uzun bir süre Avrupa Birliği üyeliği öncesinde ciddi bir antrenman süreci yaşayacak. Kendi farklılarımızla oluşturacağımız ilişkiler ve bir arada yaşama azmi, ileride Avrupa Birliği içerisinde sayısız 'Elin gâvuru'yla birlikte yaşayacağımız sürekliliğin de gerçek provası olacak.

Bu süreç herkesten özel fedakarlık bekliyor.