Agos, 30 Aralık 2005
Düşünce ve ifade özgürlüğü için bıkmadan mücadele veren Şanar Yurdatapan'ın düzenlediği bir etkinlikti. Yurtdışından Orhan Pamuk'a destek vermek için gelen yazarlar, aydınlar ve basın mensuplarıyla, yargılanan ya da hüküm giymiş olan biz Türkiyeli mağdurları tanıştıracaktı.
Hani mahkeme salonunda dinleyiciler ile onların karşısına sıralanmış suçlular olur ya, onları bizim karşımıza, bizleri de onların karşısına sıraladı.
Toplantı boyunca hep çocukluğumdan kalan o bilmecemsi tekerlemeyi anımsadım: Biz biz idik, otuz iki kişiydik, ezildik büzüldük bir kenarda dizildik.
Hiç ısınamadım o günkü ortama. Hatta itiraf edeyim ki o an kendimi 12 Eylül'den henüz çıkmış gibi hissettim.
Son aylarda ifade özgürlüğümüze karşı açılan davaların yoğunluğuna bakılırsa, hakikaten insanın tekrar bir 12 Eylül sendromu yaşaması hiç şaşırtıcı değil.
Oysa durum hiç de kötü gitmiyor gibiydi.
Türkiye'de hemen hemen üzerinde konuşulmamış hiçbir konu kalmamıştı.
En konuşulmamış olan Ermeni sorunu bile nihayet gündeme girmişti.
Düşünce suçlularının sayısı giderek azalıyordu. Köşe yazarları hemen her gün diledikleri gibi yazıyorlar, televizyonlarda isteyen istediği gibi konuşuyordu.
Öyle ki Kürtlerin ayrılma hakkından bahseden de, "Ermeni Soykırımı olmuştur" diyen de kendi görüşlerini dile getirebiliyor, bundan da kıyamet kopmuyordu.
Peki ne oldu da yeniden Demokles'in kılıcı sallanmaya başlandı? Tüm bu olan bitenler sadece yeni Türk Ceza Kanunu'nun bazı maddelerinin getirmiş olduğu bir olumsuzluk mu, yoksa daha derin bir yerlerde geliştirilen ve şimdilik yargı üzerinden yürütülen daha tehlikeli ve uzun soluklu bir politikanın ilk yansımaları mı?
Kendi adıma ikinci seçeneğin daha izah edici olduğunu düşünüyorum.
Özellikle Avrupa Birliği karşıtlığının, 17 Aralık ve 3 Ekim süreçlerinin aşılmasından sonra, en derin kozlarını uygulamaya geçirdiği çok açık.
301'in kendisi bir önceki Ceza Yasası'nda 159 olarak tabi ki vardı, üstelik de bugünkü halinden daha kısıtlayıcıydı. 301'i allayacak pullayacak değilim ama teslim etmek gerekir ki dördüncü fıkrası var ve eleştiri hakkına gönderme yapıyor. Eğer işletilirse sanığın lehine pekâlâ sonuç getirebilecek. Ancak ifade özgürlüğünü engelleyici maddelerin bir öncekinden daha iyi olmasını tespit etmek onun varlığını ya da ehven-i şerliğini kabul etmemiz anlamına da gelmemeli.
Nitekim önceki 159'un varlığı daha kötüydü ama son zamanlardaki kullanımı da bu kadar yaygın değildi!
Demek ki temel sorun böyle bir maddenin iyiliği ya da kötülüğünden ziyade varlığı ya da yokluğuyla ilgili.
Önemli olan ne zaman ve kimin için işletileceği belli olmayan ifade özgürlüğümüzü kısıtlayıcı maddelerin bütünüyle ortadan kalkması.
Devlet niçin bu tür maddelere gereksinim duyar? Niçin eski ceza kanunun kapısından çıkarır da yenisinin penceresinden içeri sokar?
İşte sorgulamamız gereken temel sorun bu.
Düşünce özgürlüğü ile ifade özgürlüğünü çoğunlukla birlikte kullanır, düşünce özgürlüğümüzün sınırsız, ifade özgürlüğümüzün sınırlı olduğunu sanırız.
Öyle ya, kafamızın içi bize ait ve biz en aşırı ve uçuk düşüncelerimizi ifade etmedikçe kime ne zararı var ki? Var mı bu konuda düşünebilmemize set çekebilen, engelleyen?
Yok sanırız...
Oysa var, asıl sorun da zaten orada.
İfadenin değil, düşünebilmenin engellenmesinde.
Bakmayın siz bunların Atatürkçülüğüne.
Atatürk'ün "İrfanı hür, vicdanı hür çocuklar yetiştireceğiz" sözünü şiar edinmiş görüştüklerine.
Çocuk yaşımızdan itibaren düşünce gelişimimizi bloke etmek ve kendi istedikleri gibi biçimlendirmek için ellerinden geleni artlarına koymazlar. 'Türk-İslam sentezi' dedikleri tek tip yurttaş biçimini yaratmak için zorlar dururlar.
Allah için, bunu büyük çoğunlukla da başarırlar.
O düşüncesi biçimlenmiş olanların tabi ki ifade özgürlüğü açısından hiç bir sorunu olamaz.
Onlara ne yasa gerekir ne tasa. İstedikleri lafı söyleyebilir, yazabilir hatta bununla yetinmezlerse el-ayak, tekme-tokat yetmedi domates-yumurta kullanarak da kendilerini ifade edebilirler.
Bunların nezdinde özgürlüğün sınırı belli.
Az düşünmeye çok ifade... Çok düşünmeye az ifade.