Birgün, 15 Ekim 2005

[...] Felsefede önemli bir tanım var: Canlı ile canlı varlık alanı arasındaki ilişki yaşamın bizatihi ta kendisidir... Ve yaşam, bunun adıdır. Bu bütün canlılar için böyledir– bitkiler için de, hayvanlar için de, insanlar için de. Canlı kendi canlı varlık alanıyla vardır, onun dışında yoktur. Onu oradan alıp bir yerlere altın tepside de taşısanız, siz onun varlık alanıyla ilişkisini kesiyor, onun kökünü kesiyorsunuz demektir. Bunun adı budur. Evet, tehcir böyle bir şey... Bu baktığınız ve anlatmaya çalıştığınız, böyle bir şey... 4 bin yıldan beri bu topraklarda yaşayan, bu topraklarda kültür, uygarlık üreten insanlar yaşadıkları topraklardan şu ya da bu sebeplerden ötürü koparıldılar ve dünyanın dört bir yanına savruldular. Ölenler, kalanlar ve savrulanlar…

Şimdi bu halkın bugüne akan kuşaklarının ruh halini ve 90 yıllık kimliğinin cümlesini eğer bu olay, kökten kesiliş dolduruyorsa, bunu yok sayamazsınız. “Ama bunun adı şu olsun, bu olmasın” diyemezsiniz. Bu algılanmıştır, içselleştirilmiştir artık ve genetik koda işlemiştir. Bunun adı nedir? Doğrusu, hukuk uğraşsın artık. Adı bizim için önemli değil, ama bizim yaşadığımız bu.

***

[...] Bu konferans benim için çok önemli. Türkiye’de yaşıyorum, Türkiyeli bir Ermeni’yim. Bu konferansı böylece iki türlü algılıyorum. Bir tanesi şu: Türkiye’nin gerçek anlamda demokratikleşme sürecinin bir parçası sayıyorum. Türkiye bu konferansla önemli bir eşik atlamıştır. İkincisinde ise, Ermeni dünyasının ruh haliyle ilgiliyim. Onların bu konferans hakkında neler düşündüğünü de önemli buluyorum. Türkleri bıraktıkları noktada algılayan, halen 1915’te algılayan bir Diaspora var; “Türkiye değişmez, Türkler değişmez, onlar bunu kabul etmez, onlar laf anlamaz, onlarda vicdan yok” düşüncesindeler. İşte bu konferansın yapılması onları “Türkiye’de neler oluyor?” bağlamında olumlu yönde şaşkına çevirecektir. İşte bu iki açı benim için çok önemli. Bu iki açıda da kazanımlar elde etmek istiyorum.

Türkiye demokratikleşmedikçe Ermeniler iyileşemeyecekler. Bu çok net. Bunlar ikiz ruhlar gibiler. Biri bir masada operasyon geçirirken öbürü de diğer tarafta onun için acı çekiyor. Bu halde hissediyorlar işte... Ben de bu yüzden “Ermenilerle Türkler birbirleriyle ilişkileri açısından sürekli iki klinik vakadırlar” derim. Biri paranoyasıyla, öbürü travmasıyla. Bu, doğru bir tespittir.

***

Peki, ne olmalı, çözümün ipucu ne? Zor soru bu... Dün bir hanımefendi konuşmasına benim alkışlayarak protesto ettiğim bir cümleyle başladı. “İnsanların öldüğünden bahsediyorsunuz ama Osmanlı’nın kaybettiği topraklardan bahsetmiyorsunuz” dedi. İnsan ve toprak kaybını özdeşleştiren bir anlayışı ortaya koydu. Evet, burada yapacak bir şey yok ama bir şeyi iyi anlamak lazım. Biraz önce size anlattığım o ‘soykırımdan’, hadi o kelimeyi kullanmamış olayım, o olan bitenden ne anlıyorsak, ne algılıyorsak,
size anlattım: Kökünden koparılmak. Çünkü bu kök öyle bir kök ki o toprakların dibine kadar iner, göğün üstüne kadar çıkar. Burada 4 bin yıldan beri yaşadığı topraklardan koparılan insanların Türkiye’ye bakışından bahsediyoruz. Bir öyküyle bitireyim; hatta öykü değil, bizzat yaşanmışlık, bizzat ben yaşadım. Her yerde de tekrarlıyorum…

***

Sivas’ın bir kazasından yaşlı bir bey telefonla aradı. Dedi ki, “Oğul, aradık, seni bulduk. Burada bir yaşlı kadın var, herhalde sizden. Kadın Allah’ın rahmetine kavuştu. Yakınını falan bulursan gönder, gelip alsınlar ya da biz burada namazımızı kılıp gömelim.”

“Peki amca, ararım” dedim. Verdi adını soyadını; Beatris Hanım diye biriydi, 70 yaşında. Fransa’dan oraya tatile gitmiş.

Aradım, 10 dakika içinde buldum yakınlarını... Sonuçta biz birbirimizi biliriz, çok azız çünkü.

Gittim dükkânlarına, sordum: “Böyle birini tanır mısınız?” Dükkândaki orta yaşlı kadın döndü, “O benim anam” dedi. Sordum: “Annen nerede?” Fransa’da yaşadığını, senede 3-4 kere Türkiye’ye geldiğini, ama İstanbul’a ya uğradığını ya uğramadığını, doğrudan, terk ettiği köyüne gittiğini anlattı. Anlattım kızına durumu. O da kalktı gitti. Ertesi gün telefon açtı. Bulmuş ve tespit etmişti anası olduğunu, ama ağladı birden. Ağlamamasını istedim, naaşı getirip getirmeyeceğini sordum. “Abi” dedi, “ben getirecem ama burada bir amca var, bişeyler diyor” dedi ve telefonu ağlayarak amcaya verdi. Kızdım amcaya, “Neden ağlatıyosun kızı?” dedim. “Oğlum” dedi, “bir şey demedim... Kızım! Anandır, malındır, ama bana sorarsan bırak kalsın, burada gömülsün... Su çatlağını buldu, dedim.”

Ben işte o anda döküldüm. Anadolu insanının ürettiği bu deyişten, bu algılamadan döküldüm. Evet, su çatlağını bulmuştu…

Doğrudur hanımefendi, Ermenilerin hakikaten bu ülkede, bu topraklarda gözü var. O zaman yazdığımı şimdi size de tekrarlayayım. O sıralarda Sayın Cumhurbaşkanı Demirel “Ermenilere üç çakıl taşı bile vermeyiz” diyordu. Ben de bu kadının öyküsünü yazmıştım ve demiştim ki:

“Evet, biz Ermenilerin bu topraklarda gözü var, çünkü kökümüz burada, ama merak etmeyin; bu toprakları alıp gitmek için değil, bu toprakların gelip dibine girmek için...”


[*] 24-25 Eylül 2005 tarihlerinde Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları” başlıklı konferansta, 25 Eylül Pazar günü, Hrant Dink tarafından sunulan gayri-akademik tebliğin kısaltılmış metni.