Agos, 16 Haziran 2006

Özgürlük ve Dayanışma Partisi'nin (ÖDP) başlattığı 'Bir arada yaşamı savunalım' kampanyası yerinde ve doğru bir çaba.

Karşılıklı ruhsal kopuşların arttığı, değişik saflaşmaların ve cephe yaratma çabalarının çoğaldığı bir süreçte, tüm bu ayrışmalarda ve saflaşmalarda taraf olmayı reddeden bir duruş sergilenmesi, o ya da bu tarafın safında yer almaktansa üçüncü yolun önerilip 'bir arada yaşamanın savunulması' gerçek anlamda demokratik duruşun ta kendisi.

Tek yolumuz 'bir arada yaşamayı savunmak' olmalı. Bu yol hem aklın hem de vicdanın gereği.

Aklın gereği, çünkü 'bir arada yaşama'nın alternatifi olan 'paralel yaşama', bu dünyanın sorunlarına hiçbir zaman çözüm getirmedi. Aksine birbirinden ayrı yaşayan toplumlar arasında (ki bu toplumları küçük cemaatlerden ulus devletlere kadar çoğaltabiliriz) çıkar farklılıkları nedeniyle sürekli çatışmalara ve yıkımlara yol açtı.

Mahallelerin ayrılması, ülkelere sınırlar çizilmesi paralel yaşantıyı birkaç asırdır genel geçer hale getirdiyse de insanoğlunun uygarlaşma sürecinde bu yolun yanlış olduğu görüldü ve şimdi artık yan yana yaşamaktansa iç içe yaşama, birlikte yaşama deneniyor. Avrupa Birliği Projesi, salt bu açıdan bakıldığında bile birlikte yaşamayı savunmanın en görkemli projesi olarak yoluna devam ediyor ve bugün için dünyada ondan daha önemli bir barış projesi var gözükmüyor.

Kendimize döner de şöyle bir yakın tarihimize bakarsak, 'birlikte yaşamayı savunma'nın bizde hiç de yeni bir olgu olmadığını, bu ülkede 100 yıl önce de aynı sorunlarla kıvrandığımızı görebiliriz. Son yüzyılını sürekli toprak ve halk kaybıyla geçiren Osmanlı'nın geriye kalan halkları, 1908 Meşrutiyeti'nin ilanıyla birlikte sokaklara dökülmüş, Türk'ü, Rum'u, Ermeni'si, Yahudi'si kol kola günlerce şenlikler yapmış, 'hürriyet, eşitlik ve adalet' şarkılarıyla sarhoş olmuşlardı.

Ne var ki birlikte yaşamak öyle yukarıdan birilerinin bahşedeceği bir lütuf değil, birlikte yaşayan halkların birlikte üretmeleri gereken bir uygarlıktı.

Nitekim böyle olmadığı içindir ki, Meşrutiyet'in ilanından ve bu birlik coşkusundan birkaç ay sonra Osmanlı'nın en acı katliamlarından biri yaşandı ve 31 Mart Vakası'yla birlikte Adana'da otuz bini aşkın Ermeni, komşu mahalle insanlarınca katledildi.

"Onlar denedi ama başaramadılar o halde biz de başaramayız" yenilgisine düşmemenin bir tek yolu var... Denemek, denemek, sürekli denemek. Unutmamalıyız ki birlikte yaşam denilen o cennetsi ütopya bugün henüz dünyanın hiçbir yerinde gerçekleşmiş değil.

İmrenilesi çabalar var ama daha fazlası gerekiyor. Birlikte yaşamak ısmarlama bir bulgu değil, ciddi bir emek ve hatta bedel gerektiriyor. O emek dökülmeden bedeli ödenmeden gerçek bir birlikteliğe asla ulaşılamayacak.

Ödenecek bedelin ağırlığı ise denenmiş ama başarılamamış tecrübelerden alınacak derslerle doğru orantılı.

Türkiyeliler olarak en büyük sıkıntımız bu: Tarihle hesaplaşamamak.

Bunu beceremediğimiz için de aynı yaşanmışlıkları neredeyse bütünüyle tekrar yaşıyoruz ve her seferinde de aynı yenilgileri tadıyoruz.

ÖDP'nin 'bir arada yaşamı savunalım' çağrısına tüm kesimlerin sahip çıkması için bu çağrının siyasi bir parti faaliyeti olmaktan çıkıp, toplumun tüm kesimlerinin ortak talebi haline dönüşmesi gerekiyor. ÖDP buna zaten hazır ve o her zaman olduğu gibi bu konuda da siyasi parti gibi davranmaktan ziyade sivil toplum hareketi gibi duruş sergiliyor.

Tek sorun bu kesimlere en yaygın ve derin bir şekilde nasıl ulaşılacak ve onlar da sorumluluğa nasıl ortak edilecek?

Bunun için misyoner titizliği ve ısrarıyla çalışmak ve hemen her kesime ulaşmak şart.

Kendi adıma, ÖDP'nin başlattığı 'birlikte yaşamı savunma' hareketine yürekten katılıyorum. İnandığım bu kampanyanın Türkiye'nin tüm kesimlerine ulaşması için elimden geleni yapmaya hazırım.

Bu ülkede yaşayan tüm farklılıklar bu çağrının elbette muhatabı olmalı, özellikle de sadece Kürtler olmamalı.

Ancak izninizle diğer kesimlere laf anlatmayı becerebilenlere bırakıp, haftaya bu sütunlardan özellikle Kürt kardeşlerime sesleneceğim.

Niye ki diğer kesimlerden bir bölüm insanlar -ki bunlara Türkler ve Ermeniler de dahil- dediklerimi tersinden okumaya zaten şartlanmış durumdalar. Umarım Kürtler doğru okurlar. Öyle olacağını da sanıyorum.

Ne de olsa ben onların halinden anlarım, onlar da benim halimden.