Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler, Sosyoloji ve Tarih bölümlerinin ev sahipliğinde düzenlenen Hrant Dink İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Konferansı'nın ikinci yılında Sir Geoffrey Bindman, 'İfade Özgürlüğü: Evrensel Bir Hak' başlıklı bir konuşma yaptı.

Geoffrey Bindman insan hakları, özgürlükler, medya hukuku, iftira ve ayrımcılık karşıtı hukuk alanlarında uzmanlaşmış bir hukukçu, yazar ve yayıncıdır. Britanya İnsan Hakları Enstitüsü Mütevelli Heyeti başkanıdır. 1933’te doğan Bindman, 1960’tan bu yana Londra’da avukatlık yapıyor. 1974’te Bindman & Partners hukuk firmasını kurarak uzun ve seçkin kariyeri süresinde insan hakları ve özgürlükler konularında uzmanlaştı. 1965-1976 arasında Irk İlişkileri Heyeti’ne, 1976-1983 arasında da Irksal Eşitlik Komisyonu’na hukuk danışmanlığı yaptı. Uluslararası Hukukçular Komisyonu, Uluslararası Barolar Birliği ve Uluslararası Af Örgütü gibi örgütlerin, eski Sovyetler Birliği, Almanya, Güney Afrika, Şili, Uganda, Namibya, Malezya, İsrail ve İşgal Altındaki Bölgeler ve Kuzey İrlanda’daki insan hakları heyetlerinde görev aldı. 1999’da The Liberty and Law Society’s Gazette'nin insan hakları alanında yaşam boyu başarı ödülünü ve 2003’te Gazette Centenary insan hakları ödülünü aldı. Britanya, ABD ve diğer ülkelerde hukuk konferansları veren Bindman, University College London ve London South Bank University’de misafir öğretim üyesi olarak ders vermektedir.

Konuşma

Buraya, olağanüstü cesur, olağanüstü önemli bir adamın anısına konuşma yapmaya davet edilmek benim için bir onur ve ayrıcalık. Bugün anısını yaşatmak için bir araya geldiğimiz bu adam bir gazetecinin en önemli görevini yerine getirebilmek, yani kendi gördüğü biçimiyle hakikati söyleyebilmek için canını verdi.

Bu konuşma dizisinin geçen seneki başlangıç konuşmasını veren çok seçkin yazar Arundhati Roy’un ardından geliyor olmak da onurlandırıcı. Kendi konuşmamı hazırlamadan önce onun soykırım konusunu, 1915 ilkbaharında Anadolu’da meydana gelen trajediden yola çıkarak araştırdığı parlak ve etkileyici konuşmasını da okudum.

Her ne kadar Hrant Dink’in, tarihte yaşananları cesaret ve dirençle kamuoyuna taşıması ölümüne yol açtıysa da, ben bugün bu konunun ayrıntılarına eğilme niyetinde değilim. Burada Hrant’ın yazdıklarıyla değil, onun herhangi bir konudaki kanaatini ifade edebilme özgürlüğüyle, onun ifade özgürlüğü hakkıyla ilgileneceğim. Şunu iddia edeceğim: Bu hak belirli bir zaman ve mekânla sınırlanmamış, tüm insanlığı kapsayan temel ve evrensel bir haktır.

İfade özgürlüğünün üzerine titrenmesi ve korunması, gerektiğinde yasalarla güvence altına alınması, gerekir. Bu konuda, dünya ulusları arasında yüzyıllar süresinde oluşmuş bir konsensus mevcuttur. Büyük İngiliz şairi John Milton 1644’te şöyle demişti: “Tüm özgürlüklerden önce bana vicdanıma kulak vererek bilme, ifade etme ve tartışma özgürlüğünü verin.”

Hrant Dink cinayetinden bu yana iki yıl geçti. Sanıkların yargılanması henüz tamamlanmadı. Bir uygulayıcı ve hoca olarak neredeyse 50 yıldır hukukla –ve özellikle ceza hukukuyla- iştigal etmiş olmama rağmen, Türk mahkemelerinde hâlâ devam etmekte olan bir davaya yönelik yorumda bulunmak niyetinde değilim. Zaten bu, buradaki konumla tam olarak bağlantılı da olmaz. Fakat şunu konuşmak yerinde olabilir: Türkiye’deki hukuk uluslararası standartlara ne kadar uymaktadır? Cinayet, ifade özgürlüğü hakkına yönelik özellikle acımasız bir saldırıdır ama ben bugün özellikle devletin ve hukukun, bireyin ifade özgürlüğü hakkını kullanma özgürlüğünü korumaktaki rolüne yoğunlaşacağım.

Bununla birlikte, Hrant Dink’in kanaatlerini ifade etme özgürlüğü hukukun ta kendisinden kaynaklanan sınırlamalara tabiydi. Orhan Pamuk ve daha pek çokları gibi o da, ceza hukukunun 301. maddesi doğrultusunda Türk kimliğine hakaret suçlamasıyla mahkemeye verilmişti. İleride bu konu üzerinde daha ayrıntılı olarak duracağım.

İfade özgürlüğü hakkını burada tartışmak, daha bundan birkaç hafta önce 60. yılı kutlanan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi nedeniyle de yerinde olacak. Bu beyanname, Birleşmiş Milletler’in dünyada İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yeniden barış ve adaleti sağlama arayışının vazgeçilmez bir unsuruydu. Ne var ki, ifade özgürlüğü mücadelesinin tarihi çok daha önceye uzanmaktadır.

Ben bu mücadelenin İngiltere’deki tarihine bakacağım. Birleşmiş Milletler üzerinden gelişen uluslararası insan hakları hareketi İngiltere’deki sivil özgürlükler ve insan hakları tarihine çok şey borçlu olduğu için bu tarihin evrensel düzeyde önemli olduğunu belirtmekte fayda var. Bu noktada, cumhuriyetçi şair John Milton’ı bir kez daha analım. Milton 1644’te “Areopagitica” başlıklı ünlü nutkunu yayınlamıştı. Sözcük Yunancadan gelmekteydi. Areopagus, Antik Atina’daki parlamentoydu. Atina’da ifade özgürlüğü vazgeçilmez bir yurttaş hakkı olarak kabul edilmekteydi. Milton’a bu muazzam nutkun ilhamını veren şey ise, Kral I. Charles hükümetinin ilan ettiği ve kitaplara yönelik sansürü genişleten yeni bir kanundu. Milton bu kanunla vücut bulan sansüre yönelik saldırısını, Yunanlı hatip Isokrates’in M.Ö. 400’de Areopagus’ta vermiş olduğu bir nutku model alarak hazırlamayı tercih etmişti.

Milton’un nutku İngiliz Parlamentosu’na sesleniyordu. Parlamento, matbaacılar ve kitap satıcılarını kontrol altında tutmayı hedefleyen bir karar almıştı. Bu karara göre, bütün yazılı malzemelerin basımı, yayımı, satışı ya da ithali öncesinde hükümetin iznini almak gerekiyordu. Aslında bu karar, Kraliçe I. Elizabeth ve bütün önceki Britanya monarklarının takip ettiği geleneği, yani İngiliz hükümetine muhalif matbuat ve kanaat ifadelerinin sansürlenmesi geleneğini daha da güçlendirmekteydi.

Koruyucu Lord Oliver Cromwell’in sekreteri olarak etkili bir görevde bulunan Milton’un şiddetli şikâyetlerine rağmen, yayıncılık alanında bu ruhsat alma zorunluluğunun sona ermesi 50 yıl aldı ve ancak “İngiliz Devrimi” denen özgürleşme döneminde ortadan kalkabildi. Bu uygulama boyunca, siyasetin kaderinde bir dizi değişiklik gerçekleşmiş, ruhsat kanununun baskı altında tuttuğu azınlık görüşünün çoğunluk görüşü haline geldiği görülmüştü. [Milton’ın “Areopagitica”sına göre] Bir hükümetin iktidara geldiğinde sansür uygulaması, muhalefetteyken yapacağı yayınlara da sansür uygulanmasına yol hazırlayacaktır. Muhalefeti susturmak adına hukuku kullanan hükümetler, görevden uzaklaştıklarında aynı muameleyle karşılaşabileceklerini unuturlar. Ayrıca, sakıncalı yayınlarla başa çıkmayı sağlayacak, yayın yoluyla hakaret ve değerlere hakaret kovuşturmaları gibi başka yasal önlemler de vardır. Siyasal hedeflere yönelik şiddet tehditleri ise, vatana ihanet ve isyana karşı kanunlarla çoktan beri yasaklanmış – ve düzenli olarak ölümle cezalandırılmıştı.

Milton bile ifade özgürlüğüne yönelik etkileyici savunmasında bazı sınırlamaların gerekliliğini kabul etmişti. Bu sınırlamaların antik Yunan’da da mevcut olduğuna işaret ediyordu. Ancak konuşma özgürlüğü lehindeki temel argümanı, bu özgürlüğün bütün uygulama ve meselelerin en kapsamlı biçimde tartışılabilmesini sağlayarak toplumun bilgeliğini arttırdığıydı. Serbest, sınırlanmamış tartışma sayesinde, tüm argüman ve bakış açıları bir barış ve akıl atmosferinde sunulabiliyor ve değerlendirilebiliyordu. İfade özgürlüğü toplumun yararınaydı. Her ne kadar Milton “demokrasi” sözcüğünü kullanmazsa da, argümanının ilerleyişi konuşma özgürlüğü ile demokrasinin el ele gittiği yönündedir. Serbest konuşmanın bastırıldığı yerde demokrasi ortaya çıkamaz.

Britanya’da yayıncılık ruhsatı uygulaması bir daha asla uygulanmadıysa da, hükümetlere muhalif yayınlara yönelik baskı uygulamaları ara sıra kendini göstermiştir. Yurttaşlarını kontrol altında tutmayı her zaman bir avantaj olarak değerlendiren hükümetler, muhalefetin cesaretini kırmak ve muhalifleri cezalandırmak için yeni hukuki uygulamalar icat ettiler ya da geliştirdiler. 19. yüzyıla kadarki muhaliflerin pek çoğu vatan haini olarak idam edildiler. Her ne kadar vatana ihanet ve isyana karşı kanunların kökenindeki vurgu fiziksel şiddet ve şiddet içeren devrim tehdidi idiyse de, hükümetler baskı altına almak istediklerine yönelik kovuşturmalarda kanıt olarak sıklıkla siyasal kanaat ifadelerine başvuruyorlardı.

Savaş zamanlarında ve yabancı saldırısı ya da işgalinden korkulan durumlarda iktidarlar, kaçınılmaz olarak, düşmanı destekleyeceğinden kuşkulandıkları, kendilerine muhalif yurttaşlarını baskı altına almanın yollarını ararlar. 1789 Fransız Devrimi Britanya’da da halkın bir bölümünün monarşiyi sona erdirme fikrini desteklemesine yol açmıştı. Fransa’daki olaylardan etkilenen daha ılımlı bir başka grup da, aralarında parlamento seçimlerinin sıklaştırılması ve seçme hakkının daha yaygın bir hale getirilmesi (o zamanlar parlamento üyelerini seçme hakkı sadece az sayıdaki zengin toprak sahibine aitti) gibi daha sınırlı reformların peşindeydi. Bütün iktidarlar gibi William Pitt’in 1790’lardaki iktidarı da muhalefetin kamusal düzene tehdit oluşturması konusunu abartmıştı. Kamusal endişe zamanlarında iktidarlar hakları daha kolay sınırlarlar. Örneğin ABD’de, Guantanamo Körfezi’nde “teröre karşı savaş” denen şeye dayanarak insan hakları ihlallerinin nasıl meşrulaştırıldığını hep beraber gördük.

18. yüzyıl İngilteresi’nde yayın ruhsatı sınırlaması çoktan sona ermiş olduğundan, vatana ihanet ve isyana karşı kanunlar hükümetin başlıca silahları haline gelmişti. 1794’te, parlamentonun her yıl ve herkese açık oylamayla yenilenmesini talep eden hareketin liderleri vatana ihanetle yargılanmışlardı. Onları bu suçlamadan, Britanya hukuk sistemindeki demokratik unsurun ta kendisi, sıradan halktan seçilen jüri kurtarmıştı. Ciddi suç isnatlarında kararı hükümetin atadığı yargıçlar değil, bütün hane reisleri arasından rastlantısal olarak seçilen 12 yurttaştan oluşan bir jüri veriyordu. Sonuçta bu önemli davada suçlama, jüri sanıkların tümünü ihanet suçundan suçsuz bulduğu için düşmüştü.

Buradaki can alıcı nokta şuydu: Bu davada yargılananlar, ülkenin o sıradaki hükümetini güç kullanarak değiştirmeyi değil, sadece barışçı yollardan giderek demokrasiyi genişletmeyi deniyorlardı. Şiddeti bastırmak meşrudur ama barışçıl muhalefeti bastırmak değil.

Britanya’da 2000 yılına kadar ifade özgürlüğü hakkını beyan eden genel bir kanun asla olmadı. Zaten Britanya’nın hiçbir zaman yazılı bir anayasası ya da kanun külliyatı da olmadı. Hukuk parçalı bir biçimde, Parlamento’dan geçen kanunlar ve yargıçların kararlarıyla zaman içinde oluşan bir medeni kanun üzerinden ortaya çıktı. Eskiden dendiği gibi, Britanya’da bir yurttaş kanun tarafından açıkça yasaklanmayan her şeyi yapabilir.

Dolayısıyla kanun müdahale edip sınırlamadığı sürece ifade özgürlüğü mevcuttu.

20. yüzyıl başına gelindiğinde, kanun ifade özgürlüğünü sadece şimdiye kadar saydığım biçimlerde sınırlamaktaydı: Fiziksel güç kullanarak monarkı tahttan indirmeye ya da hükümeti düşürmeye niyetlenen ihanet ve isyan suçtu. Bunlara ilaveten bir de, bugün artık tamamıyla kullanımdan düşmüş kutsal değerlere hakaret suçu mevcuttu. Bu suç, sadece İngiltere Kilisesi tarafından temsil edildiği biçimiyle Hıristiyanlığa hakaret edildiğinde işlenmiş oluyordu. Yazar Salman Rushdie 1988’de Şeytan Ayetleri romanını yayınlayınca, kutsal değerlere hakaretten kovuşturulması için girişimlerde bulunuldu ama mahkeme bu kanunun İslam dinine uygulanamayacağına karar verdi. Kuşkusuz bu kitap pek çok Müslümanı incitmişti ve bazı Britanyalı Müslümanların bu kitabın yasaklanması için kanuna başvurması da şaşırtıcı değildi. Hükümete bu doğrultuda başvurular olduysa da, hükümet müdahale etmeyi reddetti ve yazarın yayımlama hakkını korudu. Dışişleri Bakanı Sir Geoffrey Howe bunun nedenini açık seçik ortaya koymuştu: “Britanya hükümeti ve Britanya halkının, bu kitabı özellikle sevdiğini söyleyemeyiz. Kitap Britanya’yı Hitler Almanyası ile karşılaştırıyor. Nasıl Müslümanlar bu kitapta kendi inançlarına yönelik saldırıları sevmedilerse, biz de Hitler Almanyasıyla karşılaştırılmayı sevmedik. Dolayısıyla bu kitabın arkasında değiliz. Arkasında durduğumuz şey, insanların serbestçe konuşma ve serbestçe yayımlama hakkıdır.” Bu sözleri Milton söylüyor da olabilirdi. Britanya’da 20. yüzyılda kutsal değerlere hakaretten ancak iki ya da üç kovuşturma açılmıştı ve bundan sonra bir yenisinin olacağı da ihtimal dâhilinde değil.

Britanya hukukundaki ifade özgürlüğü ilkesi ve buna yönelik kısıtlamalar bazı değişikliklerle Amerikan hukukuna da geçmiştir. ABD’de konuşma özgürlüğü anayasanın birinci ek maddesi tarafından korunur.

Birleşmiş Milletler Örgütü, İkinci Dünya Savaşı’nın 1945’te sona ermesinin hemen ardından, aralarında Türkiye’nin de yer aldığı dünya ulusları camiası tarafından, temelde ülkeler arasındaki anlaşmazlıklara barışçıl çözümler bulunmasına aracı olması için kuruldu. Örneğin örgüt tüzüğünde de belirtildiği üzere, hiçbir ülke, kendini savunma amacı ya da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin açıkça onayladığı durumlar dışında savaşa girmemeliydi. Birleşmiş Milletler, ulus- devletlerin davranış standartlarını belirlemek için de İnsan Hakları Komisyonu’nu oluşturmuştu. Komisyonun ilk görevi bir Uluslararası Haklar Bildirgesi hazırlamaktı.

Bu bildirge, bütün ülke ve ulusların saygı göstermesi, dikkatle izlemesi ve gerektiğinde uygulanmasını hukuki yollar aracılığıyla sağlaması gerekli insani ve medeni davranışı temsil eden hakları belirliyordu. Bu ilkelerin belirlenmesinde önemli rol oynayanlardan biri de, o dönemdeki ABD başkanının eşi Eleanor Roosevelt idi. Bu ilkeler, her ne kadar ilk olarak Britanya’da gelişmiş ve ardından Amerika Birleşik Devletler Anayasası’nca içerilmiş olsalar da, Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’ne girerek ve Genel Kurul’ca onaylanarak evrensel biçimde kabul edildiler ve uluslararası bir adalet sistemi oluşturma sürecinde birinci adımı oluşturdular.

Bildirgede yer alan belirleyici haklardan biri ifade özgürlüğüdür. 19. Madde şöyle der: “Her ferdin fikir ve fikirlerini açıklamak hürriyetine hakkı vardır. Bu hak fikirlerinden ötürü rahatsız edilmemek, memleket sınırları mevzu bahis olmaksızın malumat ve fikirleri her vasıta ile aramak, elde etmek veya yaymak hakkını içerir.”

Bu bildirgeyi izlemesi gereken bir sonraki adım, yani bu ve bunun dışındaki hakları birbirine yakın uzunluktaki 30 maddede özetleyen bu belgeyi fiilen uygulanabilir bir hukuki külliyata tercüme etme işi, 20 yıl beklemek zorunda kaldı. ABD ile Sovyetler Birliği ve bu iki ülkenin müttefikleri arasındaki “soğuk savaş” süresince çok az mesafe katedilebildi. Bununla birlikte, 1966’da Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ile İktisadi ve Toplumsal Haklar Sözleşmesi kabul edildi. Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nde, düşünce ve ifade özgürlüğü Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’ne göre daha ayrıntılı tanımlanmıştı. Buna göre, herkes ifade özgürlüğü hakkına sahip olmanın ötesinde, “bu hak bir kimsenin ülke hudutlarıyla sınırlanmaksızın sözlü, yazılı veya basılı veya sanatsal ürün şeklinde veya kendi tercih ettiği başka bir iletişim vasıtasıyla her türlü bilgi ve düşünceyi arama, edinme ve ulaştırma özgürlüğünü de içermekteydi. Ancak burada önemli bir ekleme vardı. Hukuki bir sürecin temelini oluşturması hedeflenen bir belgenin kendini mutlak bir özgürlüğe adaması sonuç veremezdi. Dolayısıyla işin içinde meşru istisnalar da olacaktı. Maddenin ekinde, bu özgürlüğün kullanımının ödev ve sorumlulukları da beraberinde getirdiğini belirterek bir sınırlamadan ve bu sınırlamanın kapsamından bahsediyordu: “Bu nedenle bu hak, sadece hukuken öngörülen ve aşağıdaki sebeplerle gerekli olan sınırlamalara tabi tutulabilir: (a) Başkalarının haklarına ve itibarına saygı; (b) Ulusal güvenliği veya kamu düzenini veya sağlık ve ahlakı koruma.”

Her ne kadar bu belirlemeler biraz fazla temkinli davranıyor ve bir elle verdiğini diğer elle alıyor gibi görünse de, bunların da önemli bir sınırlamaya tabi olduğunu unutmamak lâzım: ancak sıralanan sebeplere göre “gereklilik” sınavını geçen sınırlamalar uygulanacaktı. İfade özgürlüğü otoriter bir hükümetin keyfiyle bastırılamayacak ya da bu sınırlamalar bilgiye erişimi ve kamu görevlilerinin davranışları üzerine serbest tartışmayı önleme gibi demokratik olmayan ya da demokrasi karşıtı amaçlara hizmet edemeyecekti.

Evrensel Bildirge’yle başlayan sürecin bir sonraki adımı, ilkelerin ne zaman ihlâl edildiğine karar verecek gerçek hukuki süreçler ile kararları uygulatacak, ihlal kurbanlarının gördüğü zararın tazminini garanti altına aldıracak mekanizmanın yaratılması olacaktı. 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa Konseyi üyesi devletler adına bu mekanizmayı kurdu. Elbette Türkiye de bu devletler arasında yer alıyordu: hem Sözleşme’nin taraflarından biri olarak hem de isteğe bağlı bireysel başvuru hakkını tanıyarak. Bilindiği gibi, bireysel başvuru hakkı sayesinde, Sözleşme’ye taraf devletlerden herhangi biri tarafından ihlale kurban edildiğini iddia eden bireyler Strasbourg’daki İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurabilmektedirler.

İfade özgürlüğü hakkı Sözleşme’nin 10. maddesinde yer alır. Büyük oranda Uluslararası Sözleşme’deki formülü izler ama maddede yine idari ve bürokratik çıkarları koruyan diplomatların etkisi açıkça görülmektedir. İstisnalar mevcuttur. Hatta yayınların denetlenmesine bile izin verilmiştir. Bir yandan ifade özgürlüğü hakkının, kanaat özgürlüğü ve enformasyon ile düşüncelerin kamu otoritelerinin müdahalesine uğramaksızın ve sınır tanımadan alınıp verilmesini kapsadığı açıkça belirtilir. Oysa maddenin devamında istisnalar sıralanmaktadır: “Kullanılması görev ve sorumluluk yükleyen bu özgürlükler, demokratik bir toplumda, zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, veya yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması için yasayla öngörülen bazı biçim koşullarına, sınırlamalara ve yaptırımlara bağlanabilir.”

Bu istisnaların ilk bakışta, gerçek bir ifade özgürlüğünün ihlaline yol hazırladığı düşünülebilirse de, istisnaların “demokratik bir toplumda zorunlu” olanlarla sınırlanmış olması, bu istisnaların ihtiyatla kullanılması gerektiğini ortaya koyar. Bu istisnalar, ancak kamu yararının ağır bastığı bir durumda ifade özgürlüğünü kısıtlamaya yönelen hükümetlerin kullanımına açıktır.

Britanya Parlamentosu 2000 yılında bir insan Hakları Kanunu’nu yürürlüğe soktu. Bu kanunun hedefi, Britanya mahkemelerinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ihlal edilip edilmediği konusunda karar verebilmelerini sağlamaktı. Britanya hukuku her ne kadar Britanya’nın Sözleşme dolayısıyla üstlendiği yükümlülüklerle büyük oranda uyumlu idiyse de, mahkemeler bu kanundan önce ihlal kurbanı olduğunu iddia edenlerin derdine çare olamıyorlardı. Bu durumdaki kişiler, uzun ve pahalı bir süreci göze alarak, şikâyetlerini Strasbourg’daki İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşımak zorundaydılar. Oysa bu yeni kanunla, 10. maddenin kapsamı ile ifade özgürlüğü hakkı ulusal mahkemelerde tartışılabilir hale gelmekteydi. Bunun sonucunda, mahremiyet hakkının doğuşu gibi bir dizi önemli gelişme ortaya çıktı. Basın özgürlüğüyle bağlantılı olarak, yeni kanun mahkemelere, ifade özgürlüğü hakkının Sözleşme’de yer alan biçimiyle önemini tanıma görevini yüklemiş oldu.

Mahremiyetle ilgili olarak, Avrupa Sözleşmesi’nin 8. Madde’sinin mahremiyet ve aile yaşamına, ev ve mektuplaşmaya saygı gösterilmesi hakkını koruma altına aldığını belirtmek gerekir. İfade özgürlüğü ile bu mahremiyet hakkı arasında hiç kuşkusuz bir çatışma olasılığı mevcuttur ve ikisi arasında bir denge kurulması elzemdir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bunu yapmış, basının kamu çıkarı söz konusu olmadığı sürece bireylerin özel yaşamıyla ilgili bilgi yayınlamaması gerektiği ilkesini ortaya koymuştur. Britanya’da yakınlarda görülen, tam da bu ilkeyle bağlantılı bir davadan söz edebiliriz. The News of the World (Dünya Haberleri) gazetesi otomobil yarışları dünyasının önde gelenlerinden birine atfedilen tuhaf cinsel etkinlikler hakkında bir haber yayınladı. Söz konusu kişi aynı zamanda Britanya faşistlerinin önderi Sir Oswald Mosley’in oğluydu. Gazete bu etkinliklerde Nazi üniformalı kadınların yer aldığını iddia ediyor, ama bu iddiasını kanıtlayamıyor ve Bay Mosley de olup bitenlerde herhangi bir Nazi unsurunun varlığını inkâr ediyordu. Mahkeme bu şahsın aslında yasadışı olmayan etkinliklerinin mahremiyetine saygı gösterilmesi gerektiğine karar verdi ve gazeteyi tazminata mahkûm etti. Bu karar çok eleştirildiyse de, bence kanunu doğru bir biçimde yorumlamıştı.

Bugün Avrupa tarihinin hassas bir aşamasındayız. Avrupa Birliği bir genişleme siyaseti güdüyor ve yakın zamanda birkaç devlet daha üyeliğe kabul edildi. Avrupa Birliği’nin insan haklarına riayette standart olarak belirlediği Avrupa İnsan Hakları

Sözleşmesi’ne üye devletlerin uyması bir üyelik koşuludur. Türkiye’nin, son derece değerli bir üyesi olacağı Avrupa Birliği’ne katılabilmek için, ifade özgürlüğü ve diğer haklara yönelik Türk kanunlarının Sözleşme ve İnsan Hakları Mahkemesi kararlarıyla gelişen Sözleşme hukukuyla uyumlu olmaları gerekir.

Türkiye hâlihazırda İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargı alanına dâhil olduğundan, ifade özgürlüğünü kısıtlayan Türk kanunları ve bunlarla Sözleşme yükümlülüklerinin çatışma alanları kolayca tespit edilebilir haldedir.

2000 yılında Mahkeme, Özgür Gündem gazetesi davasında, Türk devletinin ifade özgürlüğünü korumakla hukuki olarak yükümlü olduğunu belirtmişti. Mahkeme bu gazetenin hükümet kovuşturmalarının ve hükümetin engellemek için hiçbir önlem almadığı bireysel tacizlerin hedefi haline geldiği sonucuna ulaşmıştı. Mahkeme söz konusu kovuşturmaların ifade özgürlüğünü gemleyerek 10. maddeyi ihlâl ettiğini ve “demokratik bir toplumda gerekli” olduğu gerekçesiyle savunulamayacağını da belirtiyordu.

Mahkeme 2003’teki “Gündüz Türkiye’ye karşı” davasında, nefreti tahrikten kaynaklanan bir mahkûmiyetin 10. Maddeyi ihlâl ettiği iddiasını kabul etti. Davacı, laik ve demokratik ilkeleri eleştirmiş ve şeriat kanunlarının uygulamaya konulmasını talep etmişti. Yorumlarını, başka katılımcıların buna tamamıyla zıt görüşler bildirdiği bir televizyon panelinde dile getirmişti. Bu davada da Mahkeme, Türk Ceza Kanunu’nun ilgili hükümlerinin (312. Madde, 1. ve 2. Bölümler) “demokratik bir toplumda gerekli” olmadıklarından yola çıkarak, ifade özgürlüğünün kısıtlandığı sonucuna ulaşmıştır. Bu dava, ifade özgürlüğünün tüm görüşleri, hatta özgürlüğü kısıtlama yanlısı görüşleri bile koruduğunu vurgulamaktaydı.

2004’teki “Gerger Türkiye’ye karşı” davasında, Evrensel gazetesinin bir muhabiri ve yayın yönetmeninin aynı maddenin (312) ihlâlinden aldıkları mahkûmiyete bakılıyordu. Bu karar da İnsan Hakları Mahkemesi tarafından benzer bir biçimde sorgulanacaktı. Hükümet bu davada, mahkûm olmadan bir tazminat ödemesi yapmayı teklif etti ve teklifi kabul edildi. Hükümet ayrıca, Türk kanunları ve uygulanmalarını Sözleşme’nin 10. Madde’sinin yükümlülükleriyle uyumlu hale getirme konusundaki kararlılığını ifade eden bir açıklama yaptı. Bu açıklama, Avrupa Birliği’ye üyelik kriterlerini yerine getirebilmek için Türkiye’nin ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamaları gevşetmesi gerekliliğini teyit etmekteydi. Öte yandan, AB’ye üyelik yolunda çok önemli değişiklikler yapıldığının da farkındayım. Bunlardan biri bir anayasa değişikliğiydi ve bu değişiklikle anayasanın 28. Maddesi şu hale gelmekteydi: “Basın hürdür, sansür edilemez. . . . Devlet basın ve haber alma hürriyetlerini sağlayacak tedbirleri alır.”

Şimdi Türk Ceza Kanunu’nun Hrant Dink’i de mahkûm eden ilgili hükmüne geliyorum. Ceza Kanunu’nun 2005 tarihli 301. Maddesi bir Türklüğü ― “ Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini, Devletin yargı organlarını, askerî veya emniyet teşkilatını alenen” ― aşağılama suçu yarattı. Eğer bu hüküm Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi üzerinden sorgulansaydı, Türk hükümeti bunun, ulusal güvenliği korumak açısından gerekli olduğunu savunacaktı. Bu hükmün genişliği, şiddet tehditi oluşturmayan konuşmayı gemlemek için kullanılabilecek olması ve serbest tartışmayı açıkça engellediği göz önüne alındığında, bu kanunun Sözleşme’yle uyumlu olup olmadığı tartışmalıdır. Cumhurbaşkanı Gül de seçildikten sonra Avrupa Konseyi’ne hitap ederken bunun farkındaymış gibi konuşmuş ve bir değişiklikten yana olduğunu söylemişti. Nitekim 30 Nisan 2008’de bu değişiklik gerçekleşti.

Bununla birlikte, “Türklüğü aşağılama” ifadesinin “Türk milletini aşağılama” ile değiştirilmesiyle meydana gelen değişikliğin bu kanunu İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. Madde’sine daha uyumlu kılıp kılmadığı belirsizdir. Kanunun diğer bölümlerinin yumuşatıldığı da doğrudur: kanunun ihlâli durumunda öngörülen hapis cezası üç yıldan iki yıla inmiş, duruşmalar asliye ceza mahkemelerinden sulh ceza mahkemelerine alınmıştır. Avrupa Parlamentosu bu yeni hükmü de eleştirmiş ve iptalini istemiştir. Daha önce de belirttiğim üzere, Britanya’da ırksal ve dinsel nefret aşılamaya karşı kanunlar mevcutsa da, yönetimi sadece eleştirmek değil, saldırgan ve aşağılayıcı bir dille eleştirmek bile kanuna uygundur ve bence bir hak olarak korunmaya devam edilecektir. Şiddete eğilimi olmayan muhalefeti ya da yönetime yönelik eleştirileri bastıran hiçbir kanun, bence dünya topluluğunun İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde benimsediği ilkelerle uyumlu olamaz. Bu türden kanunları savunmak ya da mazur göstermek mümkün değildir.

Bu kanun hakkındaki yorumlarımı yaparken, İngilizce çeviriye ve Türk hukuku ile siyasal sistemi hakkındaki sınırlı bilgime dayandığımı özellikle belirtmeliyim. Öte yandan, çeşitli raporlardan anlaşıldığı kadarıyla, Ceza Kanunu’nda yer alan başka maddeler de Türkiye’deki ifade özgürlüğünü en az 301 kadar kısıtlayabilmektedir. Eğer Türkiye, benim de şahsen memnuniyetle karşılayacağım bir biçimde, Avrupa

Birliği’ne katılacaksa, ifade özgürlüğünü kısıtlayan kanunların esaslı bir gözden geçirilmeye gereksinim duydukları açıktır.

Uluslararası insan hakları standartlarının oluşturulmasına yönelik hareket bugüne gelene kadar tüm dünyadan destek almıştır ve bu destekçilere Türkiye de dâhildir. Türkiye neredeyse hiç istisnasız Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’ni ve betimlediğim diğer sözleşme ve anlaşmaları onaylamıştır. İfade özgürlüğü insan hakları hareketinin temel unsurlarındandır. Ne var ki, İngiliz hükümeti de dâhil olmak üzere pek çok hükümet, kuşkusuz kendi yurttaşlarının çıkarına olduğuna inandıklarından, ifade özgürlüğünü kısıtlamak üzere yoğun çaba göstermiştir. Irksal ve dinsel nefreti tahrik alanından bir örneğe bakabiliriz. Irksal nefreti tahrik Britanya’da 1965’ten bu yana cürüm olarak kabul edilmiştir ama bu konuda çok az sayıda kovuşturma açılmıştır. Bu cürüm her ne kadar şiddet tehditi (ki bu, kendi başına bir cürümdür) içeren vakalarla sınırlı olmasa da, bu suçlama son zamanlarda aşırı sağdaki bir partinin, Britanya Ulusal Partisi’nin üyelerine karşı kullanıldı. Bu parti göçe şiddetle karşıdır ve parti üyeleri sık sık siyahlara yönelik saldırılara bulaşmaktadırlar. Ancak bu partinin önderlerine yönelik yakınlardaki bir kovuşturma, jüri, sanıkların yaptığı kışkırtıcı konuşmaların kanunca belirlenen sınırı açıkça aştığına ikna olamadığı için düştü. Kanun dine dayalı ayrımcılığı, ırka dayalı ayrımcılık gibi yasaklamadığı için ortaya bazı anormallikler çıkmaktadır. Örneğin, siyahlara ya da Çingenelere yönelik nefret aşılamak bir cürüm ise de, Müslümanlara yönelik nefret aşılamak, burada söz konusu olan bir ırk değil de bir din olduğu için, cürüm olarak kabul edilmemektedir. Bu yüzden hükümet 2006’da kanunu ırksal nefretin yanı sıra dinsel nefreti de kapsayacak biçimde genişletti. Bu yeni kanuna, dini doktrine ya da dindarlığa yönelik eleştiriyi sınırladığı düşüncesiyle çok muhalefet edilmiştir. Bu eleştiriyi karşılamak amacıyla, kanuna dinsel inanç ve uygulamaları eleştirme hakkını koruyan bir madde de eklenmiştir.

Terörizm tehdidi, hükümetleri sivil özgürlüklere yönelik kısıtlamalara artık o kadar da şiddetli bir biçimde karşı çıkılmayacağına inanmaya teşvik etmiş gibi görünüyor. Oysa bu inanç sahipleri, Britanya hükümeti yakın bir zamanda savcılık makamının, zanlıları, suçlamada bulunmaksızın gözaltında tutma hakkını parlamento aracılığıyla genişletmeyi denediğinde tam bir hayal kırıklığına uğradılar. Zaten hâlihazırda, polise kanıt bulma konusunda yeterince zaman tanımak için, terör zanlılarının suçlama olmadan 28 gün gözaltında tutulması kararlaştırılmıştı. Ne var ki Lordlar Kamarası, bu süreyi 42 güne uzatma denemesini boşa çıkartacaktı. Hükümet bu önlemi yeniden sunma hakkına sahip olduğu halde, kamuoyunun bu uzatmaya karşı olduğunu anladı ve öneriyi yeniden sunmamaya karar verdi.

Bu örnek, sivil hakların erozyona uğratılmasını durdurma mücadelesinin başarılı olabileceğini gösterir. Ben hep birlikte paylaştığımız demokratik bir görevin varlığına inanıyorum: Hükümetlerin eylemlerinin özellikle gerçeği söyleme özgürlüğünü, kanaatleri ifade etmeyi ve barışçıl yollardan yapılan eleştiriyi tehdit eder hale geldiklerinde daima dikkatle incelenmesini garantilemeliyiz.

Hrant Dink, uğrunda kendisi ve başkalarının yüzyıllardır mücadele verdiği bu özgürlüğü sürdürmeye yönelik yürekli kararlılığıyla muhteşem bir örnekti. Bu konuşma vesilesiyle, evrensel insan hakları mücadelesine onun yaptığı katkıya duyduğum hayranlığı ifade etmemi sağladığınız için müteşekkirim.

Çeviri: Erol Köroğlu Redaksiyon: Tuncay Birkan