ALPER GÖRMÜŞ, 21 Kasım 1952’de Kars’ta doğdu. Babası öğretmendi. İlkokulun 1. ve 2. sınıflarını, Çatalca’ya bağlı Ekşinoz köyünde, tek öğretmeni babası olan köy ilkokulunda, ağabeyi ve ablasıyla aynı sınıfı paylaşarak okudu. Bugün Esenyurt adıyla bilinen ve nüfusu 300 bini aşan yerleşimde, o zamanlar ancak 70 hane vardı.
Çocukluk ve ilk gençlik yılları, 1970’li yıllarda işçi hareketinin merkezlerinden biri olan Alibeyköy’de geçti. Alibeyköy’ün ileri derecede politikleşmiş sosyal ortamı onu da etkiledi, genç yaşta siyasetle ilgilenmeye başladı. Ortaokul ve liseyi Haydarpaşa Lisesi’nde parasız yatılı okudu. Liseyi bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’ne girdi, 1975’te mezun oldu.
1977-80 arasında Aydınlık gazetesinde çalıştı. Gazete, 12 Eylül darbesinden hemen sonra kapatıldı. O da 1986’ya kadar çiçekçilik, halıcılık, muhasebecilik, kitapçılık, elektrik malzemesi satıcılığı gibi işlerle uğraştı; Ana Britannica’da redaktörlük yaptı.
1986’da Nokta dergisine girdi. 3-4 yıl sonra Aktüel’in kuruluşuna katıldı. 1993’te yazı işleri müdürüyken, dergide yer alan bir söyleşi nedeniyle mahkûm edildi. Mahkûmiyeti, eski Terörle Mücadele Kanunu’nun 8. maddesine dayandırılmıştı. 1996’da üç ay boyunca Ayvalık Cezaevi’nde yattı.
Ayvalık Cezaevi kendi tercihiydi, çünkü 1995’te bir daha İstanbul’a ve gazeteciliğe dönmemek üzere oraya yerleşmişti. Maddi zorluklar, orada ancak üç yıl tutunabilmesi sonucunu doğurdu. Aldığı bir teklifi değerlendirerek İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi oldu. Burada, Kürşat Bumin ve Ümit Kıvanç’la birlikte, zamanın çok etkili bir medya eleştirisi sitesi olan Medyakronik’i hazırladı.
Temmuz 2006’da Nokta dergisinin genel yayın yönetmeni oldu. Dergide yayımladığı “Darbe Günlükleri” haberi nedeniyle Amiral Özden Örnek tarafından açılan hakaret davasından 11 Nisan 2008 yılında beraat etti. Görmüş, halen Taraf gazetesinde yazıyor. 22 yaşında bir kızı var.
Uluslararası Hrant Dink Ödülü'nün birincisini Amira Hass ile paylaşmaktan büyük bir onur duydum. Beni böyle bir hediyeyle şereflendiren Uluslararası Hrant Dink Vakfı'na ve Ödül Komitesi'ne şükranlarımı sunarım.
Haberi ilk aldığım andan beri, bu hediyenin omuzlarıma yüklediği sorumluluğun ağırlığı üzerine düşünüyorum. Anladım ki, Hrant Dink gibi büyük bir mücadele adamının hatırasına düzenlenmiş bir ödülle onurlandırılmanın tedirgin edici bir yanı da varmış. Hele ki onurlandırılan kişi, benim gibi sorumluluklarının hayatını fazlaca belirlediği ve bu nedenle zaman zaman mutluluğu ıskalayan biriyse...
Ben, 35 yaşıma kadar fobisiz yaşadım. Hayattaki en sevdiğim varlığı, kızımı kucağıma aldığım o yaştan sonra “ya ona bir şey olursa” korkusuyla yaşıyorum. Yirmi iki yıl sonra Ödül Komitesi bir fobi daha verdi kucağıma: Günün birinde, “bu adama bir zamanlar Hrant Dink ödülü verilmemiş miydi?” sorusunu haklı kılacak bir halt etme korkusu...
Hrant Dink'i en son, apaçık mecazı hakikat sanıp ya da belki daha doğrusu hakikat sayıp, onu “Türklüğe hakaret”ten mahkûm eden mahkemenin kararını Yargıtay'ın da onaylamasından hemen sonra gördüm. Onunla bir söyleşi yapmak için Agos gazetesine gitmiştim. Söyleşi boyunca bütün enerjisini, kendisinin “Türklüğe hakaret” etmesinin neden imkânsız olduğunu anlatmak için kullandı.
Biliyorsunuz, bu böyle, aramızdan ayrılışına kadar sürdü. Son yazısı “Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği”nin ana teması da buydu zaten. Şöyle diyordu o yazısında: “Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım. Hâkim 'Türk Milleti' adına karar vermişti ve benim 'Türklüğü aşağıladığımı' hukuken tescillemişti. Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.”
Sözünü ettiğim söyleşide bana da anlatmıştı bunları. Hâkimin kararına göre Hrant Dink beni aşağılamıştı ve şimdi hayatını ayrımcılıkla mücadeleye adamış bu büyük insan, karşımda, “Alper, kardeşim, ben seni nasıl aşağılayabilirim, beni nasıl bir şeyin ortasında bıraktılar?” diye isyan ediyordu.
Devlet makinesi tarafından bu kadar bariz bir haksızlığa ve insafsızlığa uğramış bir insan, insan kardeşleri tarafından anlaşılmak ister. Hem de sadece gözlerinden anlaşılmak ister. Böyle anlarda dert anlatmaya çalışmak bir züll'dür. Fakat o durmaksızın Türk kardeşlerini aşağılamasının neden mümkün olmadığını anlatıyor, anlatıyordu. O söyleşiyi hiç unutamıyorum: Ben ki “anlatmadan anlaşılmaya âşık” bir insandım; bu zulme şahit olurken küçüldükçe küçüldüğümü hatırlıyorum.
İşte bu kişisel deneyim nedeniyle, ölümünden önceki o feryatları bana, yerde yatan cansız bedeninden daha dokunaklı geliyor bugün.
Fakat bu faslı kapatalım isterseniz. Çünkü Hrant Dink duysaydı bunları, hiç kuşkum yok, “Bırak beni” derdi, “uğruna canımı verdiğim idealler doğrultusunda benden sonra sen ne yapıyorsun, onu anlat...” Benim, çok şükür, hiç değilse şu anda verecek bir cevabım var bu soruya: “Sevgili kardeşim Hrant Dink, seni en yakından tanıyan insanlar, senin doğum gününde bana bir hediye verdiler. Diyorlar ki, sana bu hediyeyi Hrant Dink'in ideallerini izlediğin, bu uğurda risk aldığın için veriyoruz... Kardeşim, bu hediyeyi senin de münasip bulduğunu duymayı, bilsen ne kadar çok isterdim...”
Geldiğiniz için hepinize teşekkür ederim.