OSMAN KAVALA 1957’de Paris’te doğdu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde İşletme alanında lisans, Manchester Üniversitesi’nden Ekonomi alanında yüksek lisans derecesi aldı. Amerika’da doktora öğrencisi olduğu dönemde babasının vefat etmesi üzerine Türkiye’ye döndü. 12 Eylül’ün ardından demokratikleşme ve sivilleşmeye hizmet edecek etkili ve popüler yayıncılık yapmak amacıyla 1983’te arkadaşlarıyla birlikte İletişim Yayınları’nı kurdu.
1999 Marmara Depremi, hayatının dönüm noktalarından biri oldu. Depremin ardından bölgede oluşturulan sivil yardım ağlarına katıldı. Barınma alanlarının kurulması için çalışmalar yürüttü. Sonraki dönemde, ülkede yeni yeni gelişen sivil toplum faaliyetlerinde önemli bir rol oynadı. Birçok sivil toplum kuruluşunun oluşumunda ve çalışmalarında yer aldı.
2002’de kültür ve sanat etkinliklerini çoğaltmak, kültürel çeşitliliği ve kültürel hakları savunmak için iş dünyasından ve sivil toplumdan kişilerle birlikte Anadolu Kültür’ü kurdu. Yerel inisiyatifleri destekleyen projelerde yer aldı. Yerelde faaliyet gösteren kurumlar ile Avrupa’daki kültür-sanat ve sivil toplum kuruluşları arasındaki ilişkileri güçlendirmeye yönelik çalışmalar yürüttü.
1990’larda, Doğu ve Güneydoğu illerindeki çatışmaların açtığı toplumsal yaraların sarılması, diyalog ve toplumsal barış kültürünün sanat aracılığıyla inşası için, Anadolu Kültür’ün ilk girişimi olan Diyarbakır Sanat Merkezi’nin kurulmasına önayak oldu. Yine Anadolu Kültür’ün desteğiyle kurulan Kars Sanat Merkezi sadece Türkiye değil, Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan için de bir kültürel buluşma alanı oldu.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne kabulüne ilişkin müzakere sürecinde, Avrupa ile Anadolu kentleri arasında bağlar kuracak çalışmalara ağırlık verdi. Anadolu’daki gençlerin ortak sanatsal üretimini, kültür yöneticilerinin uzun vadeli iş birliklerini destekledi. 2008’de İstanbul’da kurulan DEPO çoğulculuğu ön planda tutan bağımsız bir sanat mekânı olarak birçok sanatçıya ev sahipliği yapıyor.
2011 Van Depremi’nden sonra çocuklarla fotoğraf atölyeleri düzenledi. Zor şartlar altında yaşayan Ezidi ve Suriyeli mülteci çocuklar için projeler üretti, kitaplar yayımladı.1993’ten beri aralarında diplomatik ilişki bulunmayan Türkiye ile Ermenistan arasındaki kapalı sınırın açılmasına katkı sunmak için kültür ve sanat etkinlikleriyle yüzlerce sanatçıyı bir araya getirdi.
Anadolu’nun kültürel miras varlıklarını korumayı, belgelemeyi ve restore etmeyi hedefleyen projelerde yer aldı.
Hayatını çoğulcu ve demokratik bir toplum inşasına adadı. Diyaloğu ve çokkültürlülüğü savundu. Sivil toplum çalışmalarıyla, kültür ve sanat aracılığıyla halklar arasındaki ilişkilerin güçlendirilebileceğini gösterdi. 1 Kasım 2017’de tutuklandı. 15 Eylül 2020 itibariyle hâlâ İstanbul Silivri Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde bulunuyor ve hücresindeyken projeler üretmeye, insanları bir araya getirmeye devam ediyor.
Hrant Dink Ödülü’ne layık görülmek benim için büyük bir onur. Jüri üyelerine teşekkür ederim. Şu sıra cezaevinde Hrant’ın yoldaşlığına daha fazla ihtiyaç duyuyorum; bu ödülle kendimi Hrant’a daha yakınlaşmış hissedeceğim.
Ben Hrant gibi, bazılarını tanımış olmaktan gurur duyduğum hak savunucuları gibi, haklar ve özgürlükler mücadelesine hayatını adamış birisi değilim. Ama yaptığım işlerde eşit yurttaşlık ilkesini gözetmeye, insan hakları ve azınlık haklarına olan duyarlılığı arttırmaya gayret ettiğimi söyleyebilirim. Farklı toplum kesimleri, farklı ülkelerde yaşayanlar arasında oluşmuş önyargıların, aklı kullanarak, konuşarak ve dinleyerek aşılabileceğine inanıyorum. Sanatın ve edebiyatın katkılarından birinin de, insanlara bu yeteneği kazandırmak olduğunu düşünüyorum. Bu amaçlara hizmet ettiğini düşündüğüm bir dizi projeyi Anadolu Kültür’den arkadaşlarla birlikte gerçekleştirdik.
Ancak, katılmış, emek vermiş olduğum bazı girişimlerin amaçlanan etkiyi doğurmamış olması, ya da yaşanan gelişmelerin bu etkiyi unutturması hayal kırıklığı yaratıyor.
Farklı şartlarda, eşitliğin ve özgürlüğün yaşandığı bir ortamda kolaylıkla arkadaş olabilecek gençlerin, Güneydoğu’da, Irak’ta da, Suriye’de birbirlerini öldürmeleri içimizi kanatıyor. Ortak bir kültüre kaynaklık etmiş Ege’nin ve Akdeniz’in paylaşılamaması, Ermenistan ile sınırımızın hala kapalı olması üzüntü veriyor.
Ama umutsuzluğa kapılmıyorum. Farklı çalışmalar için gittiğim pek çok şehirde, Diyarbakır’da, Batman’da, Van’da, Selanik’te, Beyrut’ta, Erivan’da, insan aklının ve vicdanının ortak olduğuna inanan, barışı ve eşitliği savunan gençleri, sanat ve düşünce insanlarını tanımış olmak iyimserliğimin temel kaynağı.
Şu sıra benim gibi birçok yurttaşımız için yakıcı mesele, Cumhuriyet’in hukuk devleti olma niteliğinin tahribata uğraması. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ilan edilen OHAL ile, daha önce Ergenekon, Balyoz ve KCK davalarında görüldüğü gibi, yargının seçilmiş kişileri ve grupları cezalandırmak için kullanılması meşru bir uygulama haline geldi. OHAL resmen kalktı ama olağanüstü hal iklimi devam ediyor. İktidarın belirlediği alanda hukuk normlarına değil siyasi önceliklere, mesajlara göre davranılıyor ve bu normal karşılanıyor.
Somut olguların nesnel bir bakış açısıyla incelenip mantıklı bir değerlendirilmesiyle suçluya ulaşılması kuralı, rasyonel düşüncenin de gereği. Bu kural işletilmeyince, gerçeklik algısı da kolaylıkla manipüle edilebiliyor.
Hukuksuz uygulamaların büyük kısmının kamuoyunca tanınmayanların maruz kaldığı hak ihlalleri olduğunu gözardı etmeden, son dönemde yaşanan birkaç olayı hatırlatmak istiyorum.
Selahattin Demirtaş, AİHM’in ihlal kararı vermesinin ardından tahliye edildiği dosyasındaki zaten kullanılmış olan delillerle, yeni bir suçlama ile tutuklandı.
Ahmet Altan, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası bozulduktan sonra örgüte yardım suçundan yine ağır bir ceza aldı, tahliye edildikten sonra mahkemenin yetkisini aşan kararı ile yeniden tutuklandı.
Diyarbakır Belediyesi Başkanı Selçuk Mızraklı, bir itirafçı tanık beyanı ile tutuklandı ve 9 yıl 4 ay ceza aldı.
Gazeteciler Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Murat Ağırel, Ferhat Çelik, Müyesser Yıldız, Aydın Keser ve Hülya Kılınç daha önce kamuoyuna duyurulmuş bir bilgiyi haber yaptıklarından dolayı tutuklandılar.
ÇHD Başkanı Selçuk Kozağaçlı ve ÇHD’li avukatlar tahliye edilmelerinin hemen ardından yeniden tutuklandılar, tahliye eden heyet dağıtıldı ve sadece itirafçı ve gizli tanık beyanları ile onlarca yıl cezalar aldılar.
En acı veren, cezaevindeyken kendilerini hayattan kopartarak hukuksuzluğu protesto edenlerin ölmelerini izlemek. Avukat Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal’ın adil yargılanma talepleriyle ilgili uzun bir süre adım atılmamış olması, hukuk normlarıyla birlikte insan hayatına verilen değerin de erozyona uğradığını gösteriyor.
Yargının evrensel hukuk normlarına göre çalışması, farklı düşünce ve inançta olanların ortak etik değerler etrafında birleşebilmeleri için de önemli. Bu olmadığı zaman, sıradanlaşan hukuksuzluk kanıksamayı da beraberinde getiriyor. İnsanlar ancak kendileri, yakınları ya da benzer inançları paylaşanlar haksızlığa uğradığı zaman tepki gösteriyorlar. Bu davranış, geçmişte işlenen gerçek suçlarla hesaplaşmanın da önünde bir engel.
Gene de umudumu kaybetmiş değilim; bu duruma alışmayanlar da hatırı sayılır bir güç oluşturuyor. Yargı bağımsızlığının, yargıda temel hukuk normlarını hakim kılmanın, demokrasi için öncelikli bir şart olduğunun, bugün siyasi aktörler ve sivil toplum kuruluşları tarafından daha iyi anlaşıldığını gözlemliyorum.
Benim başıma gelenle ilgili olarak farklı düşünceleri savunan siyasetçilerden, köşe yazarlarından itirazlar gelmiş olması, ülkemizde gerçek bir yargı reformunun gerçekleşebileceği konusunda iyimser olmama yardım ediyor.
Sanal suç yaratma dönemi kapanırsa, sağlıklı bir birlikte yaşama ortamının koşulları gerçekleşebilir diye ümit ediyorum.
Hrant Dink Vakfı’na, Hrant’ın eski ve yeni arkadaşlarına en içten selamlarımı iletiyorum.