İsmail Beşikçi, 1939’da Çorum’da, Türk ve Sünni-Hanefi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1962’de Mülkiye’den mezun oldu. Askerliğini Bitlis’te yaptı. Şemdinli ve Yüksekova’da Kürt halkının yaşantısını yakından tanıma imkânı buldu.
Askerliğin ardından kısa bir süre Tunceli'de memurluk yaptı. 1965'te Alikan aşiretinin toplumsal yapısı üzerine doktora çalışmasına başladı. Saha araştırması için toplam 7 ay aşiret çadırında yaşadı.
1967'de Türkiye İşçi Partisi’nin düzenlediği, Doğu Mitingleri adıyla bilinen açıkhava toplantılarına katıldı ve gözlemlerini 'Doğu'da Şeyhlik, Ağalık' başlığıyla yayımladı. O günün Türkiye koşulları için cesaret isteyen, özgür ve güçlü analizler yaptı...
“İstediğiniz kadar Türk-Kürt diye bir şey yoktur, bu vatan toprağı üzerinde oturan herkes Türk’tür deyin, belirli bir sosyolojik gerçeği gizleyemezsiniz. İstediğiniz kadar Kürtçe diye bir dil olmadığını, Türkçe, Farsça, Arapça'nın karışımı olduğunu iddia edin, sosyolojik bir gerçeği değiştiremezsiniz... Gerçekleri gizlemek, uzun vadede bizi daima yanlış ve memleketin hayrına olmayan sonuçlara götürür...” diyordu.
1968’de, Erzurum Atatürk Üniversitesi'nde, bir meslektaşının ihbarı, üniversiteden tasfiye sürecini başlattı. Marksist propaganda ve bölgecilik yaptığı gerekçesiyle dersleri kaldırıldı. Ancak o, Doğu illerindeki gezilerine ve gözlemlerine devam etti. 1969'da Türkiye sosyal bilimler tarihi için çok önemli eserlerden biri olan “Doğu Anadolu'nun Düzeni” kitabını yayımladı. Ve üniversiteyle ilişkisi kesildi.
12 Mart 1971 darbesinden hemen sonra tutuklandı ve Diyarbakır Askeri Cezaevi'ne gönderildi. Sekiz kez cezaevine girip çıktı ve yaşamının toplam 17 yılı cezaevinde geçti. 1999’da yapılan yasal düzenleme sonucu tahliye oldu.
Kürt sorunu üzerine toplam 36 kitap yayımladı, 32'si Türkiye sınırları içinde çeşitli yasaklarla karşılaştı.
Henüz Kürt kelimesi gündelik hayatta kullanılmazken, Kürt halkının varlığı bile kabul edilmezken, statükonun ağır baskılarına rağmen hakikati dile getirebildi; doğru bildiği yolda riski göze aldı.
Kürt sorununun toplumsal ve siyasi niteliğini anladığı günden beri, çözüm için kafa yoruyor. İşkence ve kötü muameleye maruz kalmasına, yaşamının uzunca bir bölümünü tehdit altında geçirmesine rağmen, sözünü sakınmıyor, çalışmaktan vazgeçmiyor. Toplumun sorunlarıyla yüzleşmesi için araştırmalar yapıyor, kitaplar yazıyor, mücadele ediyor ve dönüştürüyor.
Uluslararası Hrant Dink Vakfı’nın Değerli Başkanı,
Değerli Jüri Üyeleri,
Ödül Komitesi’nin Değerli Başkanı
Değerli Konuklar…
Hepinizi sevgiyle selamlıyorum.
Hrant Dink’i sevgiyle anıyorum.
Ödüller, her zaman sorumluluk da yükler. Bu sorumluluğu taşımaya çalışacağım. Teşekkür ediyorum.
Bu münasebetle, Yakındoğu kavramı üzerinde kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum. Bizans, İstanbul’dan itibaren, Doğu’ya doğru coğrafyayı, Yakındoğu, Ortadoğu ve Uzakdoğu şeklinde bölmüştü. Yakındoğu Anatolia, Karadeniz’de Pontus, Lazistan, Kapadokya, Ermenistan, Kürdistan, Kilikya, Mezopotamya, Turabidin… gibi bölgeler vardı. Anatolia, bugün Ege Bölgesi denilen bir bölgeydi. Hatta Ege’nin de küçük bir kesimi. Ortadoğu, Mısır’dan Hindistan’a, Kuzey Buz Denizi’nden Umman Okyanusu’na kadar olan bölgeyi içine alıyordu. İran, Yakındoğu ve Ortadoğu arasında bir yerde kalıyordu. Uzakdoğu, Çin, Mançurya, Kore, Japonya, İndonezya gibi coğrafyaları içeriyordu.
Yakındoğu, uzaktan gelenler tarafından imha edilmiştir. Yakındoğu’nun yerli halkları, Rumlar-Pontuslar, Ermeniler, Süryaniler, Lazlar, Ezidi Kürtler… uzaktan gelenler tarafından imha edilmiştir. Bu sürecin nasıl yaşandığına kısaca bakmak istiyorum.İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu Türk esasına göre yeniden düzenlemek gibi bir projesi vardı. Osmanlı ekonomisini millileştirmek yine önemli bir amaçtı. Adriyatik Denizi’nden Büyük Okyanus’a kadar varacak bir imparatorluk düşünülüyordu. Fakat bu Türk imparatorluğu olacaktı. Rumlar, Ermeniler öbür Hristiyan halklar bu projede önemli pürüzlerdi. Kürtler gibi, Müslüman olan ama Türk olmayan halkların durumu da önemliydi, Türk ve Kürt olan ama Müslüman olmayan Kızılbaşların, (Alevilerin) durumu da dikkate alınıyordu.
İttihatçılar, açık-gizli bütün toplantılarında bu proje üzerinde çok durdular, projeyi geliştirdiler. Balkan yenilgisinden sonra, bu proje üzerinde daha kararlı bir şekilde durdular. Ayrıntılı planlar, programlar geliştirdiler. Doktor Nazım, Ziya Gökalp, Bahattin Şakir bu projede belli başlı roller aldılar. Karadeniz havalisindeki Rumlar-Pontuslar, Kapadokya’daki, Ege’deki Rumlar, Ege adalarına, Yunanistan’a sürgün edilecekti. Ermenilerin nüfusu, tehcir adı altında çürütülecekti. Kürtler Türklüğe, Kızılbaşlar Müslümanlığa asimile edilecekti. Süryani gibi öbür Hrıstiyan halklara, Ezidi Kürtlere de benzer politikalar uygulanacaktı. Göçe zorlanan Rumların ve nüfusu soykırımla çürütülecek olan Ermenilerin zenginliklerine, taşınmaz mallarına el konulacak, bunlar Müslüman Türk eşrafın denetimine sunulacaktı.
Birinci Dünya Savaşı, İttihatçıların aradığı fırsat verdi. Savaş başlar başlamaz Rum-Pontus sürgünleri başladı, savaşın ilk yılı içinde, 1915’in baharında, Ermeni nüfus “tehcir” adı altında soykırıma uğratıldı. Geriye kalan iki sorun da, Cumhuriyet döneminde, İttihatçıların devamı olan yönetimlerce sistematik bir şekilde yaşama geçirildi. Ermenilerden ve Rumlardan kalan taşınmaz mallar üzerinde, büyük bir yağma gerçekleşti. Bu şekilde, Osmanlı ekonomisi, Türk ekonomisi millileşmiş oldu. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin çok önemli bir boyutu budur.
Bugün, büyük burjuvazinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Rum mallarıdır. Kürt bölgelerinde Kürt ağalarının, aşiret reislerinin, şeyhlerinin zenginliğinin kaynağı yine Ermeni mallarıdır, Süryani mallarıdır.
Yakındoğu bu süreçte imha edildi. Almanlar Yakındoğu’nun imhasında İttihatçılara çok yoğun bir destek verdiler. Tabii Almanya I. Dünya Savaşı’nda yenilmiştir ama 1919-1920 yıllarında Milletler Cemiyeti döneminde de, Büyük Britanya ve Fransa gibi dönemin emperyal devletleri Yakındoğu’nun imhasında önemli rol aldılar.
Bu süreçte, Kürtlerin durumunu iki safhada ele almak gerekir. Kürtleri, Türklüğe asimile etmek temel bir kuraldı. İttihatçılar, daha sonra Kuva-yı Milliye (Kemalistler), Ermenilerle, Süryanilerin imhasında Kürtler tetikçi olarak kullanılmıştır. “Yakındoğu İşleri İle ilgili Lozan Antlaşması” Yakındoğu kavramının kullanıldığı son uluslararası metin oldu. Anadolu, artık bugünkü T.C.’nin Asya topraklarını anlatır bir kavram oldu. Cumhuriyet kurulunca, Lozan’la birlikte uluslararası garanti gerçekleşince Kürtlerin inkârı-imhası başladı ve bugünlere kdar geldik.
Siyaset adamları zaman zaman özür diliyor. Bu hiçbir sorunu çözmez. Bu sorunların üstesinden gelmenin tek tutumu döneme ilişkin ciddi araştırma ve incelemelerin yapılmasıdır. Bu sorunlar birbiri ile ilişkilidir; Kürt sorunu, Ermeni sorunu ile yakından ilişkilidir. Nasıl ilişkilidir? Ermenilerden kalan taşınmaz mallar Bitlis’te, Muş’ta, Diyarbakır’da, Siirt’te ve bölgedeki Kürt ağalarının, aşiretlerinin eline geçti. O zaman bu malları ellerinde tutabilmek için devletin görüşüne elbette evet diyeceklerdi. Devlet, siyasal ve toplumsal konularda nasıl bir görüş ileri sürüyor; siz o malları yağmaladığınız için devletin görüşüne evet diyorsunuz. Evet demiyorsanız zaten devlet sizin o malları kullanmanıza izin vermez. Bu bakımdan, bu konular birbirlerinin hem nedeni hem sonucudur. Halklar arasında toplum bilincinin, tarih bilincinin gelişmesini sağlayacak kişiler, diğer halklara daha az zarar verme ve anlayışlı davranma tutumuna sahip olacaktır.
Bir ulus, tarihinin belirli bir döneminde, bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmanın hedefi olmuşsa o ulus bir daha derlenip toparlanamamaktadır. Kürtler gibi, Ermenilerin de böyle bir sorunu vardır. 19. yüzyıl… Osmanlı Ermenistan’ı, Rus Ermenistan’ı… Ermenilerin gücünü kırmıştır. İran, Osmanlı ve Rusya arasında Ermeniler bir birlik oluşturamamışlardır. Bugün Kürtleri görüyoruz. Ortadoğu’da kırk milyona yakın nüfus ama uluslararası siyasal statüleri yok. Mayın tarlaları ile dikenli teller ile gözetleme kuleleri ile bölünmüştür. Bu bölünmenin, parçalanmanın, derinleşmesi ve yaygınlaşması isteniyor.
Bunların üstesinden araştırarak gelebiliriz. Burada ifade özgürlüğü çok önemlidir. İfade özgürlüğü toplumun, devletin çağdaş medeni bir devlet olmasının temel göstergesidir. Yollar, barajlar, fabrikalar, büyük binalar çağdaş medeniyetin göstergeleri değildir. Eğer bir toplumda ifade özgürlüğü kurumlaşmış ise, özgür eleştiri kurumlaşmış ise o toplumda resmi ideoloji yoktur demektir. Resmi ideoloji demokrasinin önünde en önemli engeldir. İfade özgürlüğünün kurumlaşması o toplumun, o devletin gocunacağı bir şeyin olmadığını gösterir. İfade özgürlüğünün kurumlaşması, o toplumda yolsuzlukların, dolandırıcılıkların, rüşvetlerin olmamasıdır. Olduğu zaman da şiddetli bir şekilde tepki görmesi, yargılanması demektir.
Türkiye’de toplumsal bilimlere karşı çok yoğun baskılar söz konusudur. 1940’ları düşündüğümüz zaman, üniversitelerde Behice Boran, Niyazi Berkes baskılarla zulümlerle karşılaşmışlardır. 1970’leri düşündüğümüz zaman Oya Baydar ve arkadaşları benzer operasyonlarla karşılaşmışlardır. Bugün de Pınar Selek gibi, Müge Tuzcuoğlu gibi genç araştırmacılar benzer baskılarla karşılaşmışlardır. Müge, Mart 2012’den beri Diyarbakır Cezaevi’nde tutuklu. Müge ne yaptı? Müge evleri yakılan yıkılan ailelerin çocukları ile ilgilendi. Sarmaşık Derneği, Göç-Der ile ilgilendi. Tabii bunlarla ilgilenmek ‘fail-i meçhul cinayetler nasıl gerçekleşti, köyler nasıl yakıldı, aileler nasıl mağdur oldu?’ anlamına geliyor. Köyde toprak da var, su da var ama siz onlardan yararlanamıyorsunuz, büyük şehirlerin varoşlarında mağdur bir yaşam sürdürüyorsunuz. Bütün bunlar devletin, hükümetin istemediği konular. Çünkü ifade özgürlüğü bunun için kısıtlanıyor. Gerçeklerin araştırılmasına engel olmak, bu konuda bir bilincin oluşmasına engel olmak için…
Türkiye’de yargı, toplumsal dinamikleri, toplumsal talepleri dikkate almıyor. Çok ağır cezai yaptırımlar söz konusu oluyor. Dilerim bundan sonra Türkiye’de yargı bu değerleri dikkate alır. Bunları yasaklayıcı değil bilakis bunların daha da örgütlenmesine, gelişmesine yardım edecek tutumları benimser.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Hrant Dink’i tekrar sevgiyle anıyorum..