Eren Keskin 24 Nisan 1959’da Kürt bir baba ile Çerkes bir annenin çocuğu olarak Bursa’da doğdu. Ailesinin de etkisiyle sol siyasete sempati duyarak büyüdü. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğrenim gördü; çocukluk hayalini gerçekleştirerek avukat oldu ve siyasi davalara bakmaya başladı. 1989 yılında üye olduğu İnsan Hakları Derneği’ne uzun yıllar yöneticilik yaptı. 1990’ların ilk yarısında, olağanüstü hal rejimiyle yönetilen, Kürt nüfusun çoğunlukta olduğu bölgelerde koruculuk, köy boşaltmalar, yargısız infazlar ve zorla kaybetmeler devlet politikası haline geldiğinde, bölgede yaşanan ağır insan hakkı ihlalleriyle mücadele etmek amacıyla oluşturulan heyetlerde yer aldı; bölgeye yaptığı ziyaretler sırasında sözlü ve silahlı saldırılara hedef oldu. 1990’lı yıllarda hakkında 200’e yakın dava açıldı.
1995 yılında bu davaların birinden mahkûm oldu; Özgür Gündem gazetesinde yayımlanan ‘Dünyanın Kürt halkına borcu var’ başlıklı yazısında ‘Kürdistan’ sözcüğünü kullandığı için altı ay hapis yattı. Mücadele yürüttüğü alanlardan biri de kadına yönelik cinsel istismar oldu. 1995 yılında girdiği cezaevinde kaldığı koğuşta, birçoğu eski müvekkili olan kadınların neredeyse hepsinin gözaltındayken cinsel istismara maruz kaldığını öğrendi ve 1997’de cezaevinden çıktıktan sonra, bu konuya eğilmek amacıyla, Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’nu kurdu.
Faaliyetlerine halen devam eden büroya, yirmi yıl içinde yüzlerce kadın başvurdu. 2002 yılında, devlet kaynaklı cinsel işkence konusunda Almanya’da yaptığı bir konuşma nedeniyle açılan davada, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin manevi şahsiyetine hakaret ettiği” gerekçesiyle 10 ay hapis cezasına çarptırıldı. Cezası para cezasına çevrildi ve İnsan Hakları Derneği tarafından düzenlenen bir kampanyada toplanan bağışlarla ödendi. Aynı yıl, Türkiye Barolar Birliği Disiplin Kurulu, bir yıllığına avukatlık mesleğinden men edilmesine karar verdi. Bu dönemde anaakım medyada hakkında karalama kampanyası başlatıldı. Yoğun baskı gören Özgür Gündem gazetesine destek kampanyası çerçevesinde, üç yıl boyunca gazetenin eş yayın yönetmenliğini yaptı. Biri yaptığı bir konuşmayla, diğerleri ise gönüllü olarak yürüttüğü bu görevle ilgili olmak üzere, hakkında açılmış olan ve halen devam eden toplam 143 dava bulunuyor.
Türkiye’de insan haklarını ödün vermeden, cesur bir duruşla savunuyor. Yönetiminde ve faaliyetlerinde yer aldığı kuruluşlar ve girişimlerle mağdurların yanında duruyor. Devlete yönelik eleştirileri nedeniyle ölüm tehditlerine, fiziksel saldırılara ve nefret söylemine maruz kalırken, tüm riskleri göze alarak, insan hakları ihlallerini hem Türkiye’nin hem de uluslararası toplumun gündemine taşıyor.
Rakel Dink’in telefondaki sesi ve “bu yıl ödül sana veriliyor, bunu sana ben söylemek istedim” sözleri, hayatımda hiç unutmayacağım bir andı benim için…Çok heyecanlandım, ağladım… Belki de hayatımda aldığım güzel hediyeydi bu ödül…Hrant Dink benim gözümde, naifliğin ve cesaretin temsilcisi bir isim! Cesaret, her zaman radikal davranış ve sözleri gerektirmiyor.
İnsanların hiç kabul etmeyecekleri, duymak istemeyecekleri gerçekleri, cesurca ve naif bir dille de anlatabilirsiniz. Hrant Dink bunu yaptı, yaşamını buna adadı. Yüzyılın büyük suç’u, Ermeni Soykırımı! Ve bu büyük suç’un üzerine kurulmuş bir sistem, bir devlet! Sağcısı, solcusu, liberali ile soykırım suçlusu, ittihatçı ideoloji ile biçimlenmiş bir toplum! Gerçekten çok zordu anlatmak! Red ve inkar etmeyi, susmayı, unutmayı, yok saymayı seçerek bir yanından bu suç’a ortak olanlara anlatmak, zordu gerçekten! Hrant Dink bu zor yolu seçti. Ve bu yolda kaybetti yaşamını…
O’nun son yolculuğunda, bu coğrafyanın belki de bir daha göremeyeceği milyonlar, işte bu NAİF CESARETTE duyulan saygının göstergesiydi. Kendi, ‘yasaklı kimliğimi’ 13 yaşında öğrenmiş biri olarak, başka bir, ‘yasaklı kimlikle’ tanışmam çocukluk yıllarıma rastladı. Amcam Ermeni bir kadınla evlenmişti. Hukukçu olan ve demokrat olduğunu iddia eden dedem, yengemin Müslüman olması şartını koşmuştu.
Ben çocuk aklımla, bu haksızlığa hiç anlam verememiştim o yıllarda… Yıllar sonra, büyüdükçe Ermeni Ulusuna yapılanların, büyük ağırlığıyla tanıştım. Üzerinde yaşadığımız coğrafyanın demokratikleşmesinin, birincil koşulunun 1915 soykırımı ile yüzleşmek olduğuna inananlardanım.
Tanıma ve tazmin, tam bir yüzleşme olmanın yanında, coğrafyanın tüm halklarının birbirlerini daha özgürce sevmelerine neden olacaktır. Böylesine bir korku toplumunda, devletin yüzleşmek istemediği gerçekleri dile getirmek, kolay değil… Gazetecilerin, insan hakları savunucularının cezaevlerinde olduğu bir dönemde, benim de hakkımda açılmış 143 dava nedeniyle her an cezaevine girmek durumunda olduğum bu günlerde bu durum hem kolay değil, hem de tedirgin edici. Hrant Dink’in güzel ifadesiyle, ‘bir güvercin tedirginliği var hepimizde…’ Ancak, bu tedirginlik, cesurca inandıklarımızı söylememizi de engellememeli…
Aynı Hrant Dink’in yaptığı gibi!
Teşekkürler Hrant Dink, bize bıraktığın sevgi, iyilik ve cesaret için…
Av. Eren Keskin